Nazım Hikmet ve memleket
Dışişleri memuru bir baba, piyano ve resimle ilgilenen bir anneden Mevelevi düşüncesine bağlı bir devlet görevlisi dede Nazım Paşa'nın torunu olarak Selanik'te dünayaya gelen ve 3 Haziran 1963 yılında yaşama gözlerini yuman Nazım Hikmet, Türkiye'de çok okunan şairler arasında başı çekmektedir hala. Ölümünün 45. yılında Nazım'ı hala okunur kılan özelliklerin en başındaysa onun şiirinin bu memleketin toprağından çiçeklenmesindendir. Bu memleketin ve bu memleketin insanının derdini, sevincini, savaşını, öfkesini, özlemini, ezilmişliğini, yoksulluğunu, yüceliğini, cahilliğini, korkaklığını, cesaretini, kaygısını, aşkını ve başkaca ne tür duyuş, düşünüş ve yaşamışlığı varsa onu, çok iyi dile getirmesindendir yani. Bunları dile getirerek insanın kendini bulmasını sağlayan Nazım'ın şiiri, paşa dedesinden duyduğu şiirlerle tohum bulur onda ve onun dünyayı algılamaya başladığı ilk yıllarda da ilk filizlerini verir. İmparatorluğun enkaz içinde olduğu bir dönemde geçen çocukluğundan itibaren memleket düşünüş ve duyuşu yerlemiştir zihnine ve yaşı 11'dir "Feryad-ı Vatan"ı yazdığında. Bu vatan için feryadı 12 yaşında yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı şiirinde sürer. Onu şiir yazmaya yönlendiren ana etken olan ve çocukluğundan başlayan bu yurtseverlik duygusu, yaşamının sonuna dek şiirlerinin ana temalardan biri olarak sürüp gidecektir. Bu ilk şiirlerinde Tevfik Fikret ve Mehmet Emin Yurdakul etkileri görülür. 1915 yılında Heybeliada'da Bahriye Mektebi'ndeyken tarih öğretmeni olan ünlü şair Yahya Kemal ile kaşılaşır; ona şiirlerini gösterir ve Yahya Kemal de onun şiirlerinin yayımlanmasını sağlar.
"İŞGAL DÖNEMİNİN DİRENİŞ ŞAİRLERİ ARASINDADIR"
Yıl 1920'yi gösterdiğinde İmparatorluk, Balkan ve I. Dünya Savaşı'nı yitirmiş, İstanbul işgal edilmiş, Nazım'ın Çanakkale'de şehit düşen dayısıyla iyice alevlenen yurtseverlik duygusu bu yaşananlarla onu daha güçlü şiirler yazmaya yöneltmiş ve "Kırk Haramilerin Esiri" o günlerin İstanbul'unda büyük yankı uyandırmıştır. Kırk Haramiler, sömürgeci devletlerdir, esir ise Osmanlı ülkesi. Şiirlerini hece ölçüsüyle yazan Nazım, "Bir Dakika" adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birinci gelirken işgal yıllarında direniş şiirleri yayımlayan şairler arasındadır ve şiirleri etkin bir eylemci tavırla ön plandadır. İçindeki yurtseverlik ateşi onu Anadolu'daki Milli Mücadele'ye yönlendirir ve arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte gizlice oraya giderler. Ankara'da yazdıkları, "Siz de mi Satıldınız?" başlıklı şiir, on bin adet basılarak her yere dağıtılır. Bolu'ya öğretmen olarak atanan iki arkdaş, sonrasında Rusya'daki gelişmeleri yakından görmek amacıyla 1921'de Batum'a oradan da Moskova'ya geçerler. Şiirinin söyleyiş ve biçiminde de değişimler görünür Nazım'ın. Hece ölçüsünde şiir yazmayı bırakıp serbest ölçülü ilk şiirlerini (Açların Gözbebekleri) yazar. 1929 yılında Türkiye'ye döndüğünde yayımladığı ilk şiir kitabı "835 Satır"da yer alan şiirleri, Türk şiirinde yeni bir dönemin başlangıcını oluşturur. Çünkü şiirde işlediği konular bunu gerektirmektedir ona göre. Güncel konu ve sorunları, eleştirileri ve tartışmaları işlediği şiirinde bağıran bir ses tonu varken güçlü bir lirik damarın da hakim olması gerekmektedir. 1930'ların başlarında bağıran ses yerini yalın ve usul bir anlatıma bırakırken; lirik damar, 1940'tan sonra ana eksen halini alacaktır. Şiirlerinin bu kısa izahından sonra onun yurtseverlik duygusuna döndüğümüzde; özellikle Kuvayi Milliye Destanı ile Memleketimden İnsan Manzaraları'nda onun, bu duygusunun en yalın, içten, sıcak, açık ve insan halini görürüz.
"ANADOLU'NUN DESTANINI YAZSANA NAZIM"
Kurtuluş Savaşı'nın anlatıldığı bir destanın yazılma süreci 1937'de Ankara'da Şevket Süreya Aydemir'in evinde İspanya İç Savaşını anlatan bir şiirin okunmasının ardından Eminyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer'in Nazım'a: "Bu şiirde ne komünizm ne kapitalizm var. Anlatılan halkın isyanıdır. Tıpkı İstiklal Harbimizde olduğu gibi. Ne yazık ki, hiçbir Türk şair bu destanı dile getirmedi. Anadolu destanınıa yazsana Nazım." demesiyle başlar. Nazım'da 1939-1941 yılları arasında İstanbul, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yazar bu Kuva-yı Milliye Destanı'nı. Ancak yazmadan önce Mustafa Kemal'in Nutuk'unu ve Kurtuluş Savaşı'na katılmış dayısı Ali Fuat Cebesoy'un savaşı anlattığı yazılarını okumuştur. Tamamı bir başlangış ve sekiz bölümden oluşan ve tarihsel bilgiler, istatistik sayılar, araç-gereç listeleri ve coğrafya bilgilerinin yer aldığı destan, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün bile "Anadolu'nun Savaşı'nı Nazım Hikmet bu destanla bir daha kazandı." sözleriyle takdire şayan bulunur.
"SIRADAN HALK İNSANLARININ KAHRAMANLIKLARI"
Kuvayi Milliye Destanı'nın her bölümünde savaşa ait bir öykü anlatılır. Bu öykülerde anlatılanlar çoğunlukla savaşın adsız kahramanları yani halktır. Halkı temsil eden bu kahraman tipler, tolumun çeşitli kesimlerinden seçilmiş kişiler. Bu tipler yoluyla ülkenin genel görünümü de sergilenmiş olur böylelikle. Antep'te Fransızların işgaline ses çıkarmazken düşman kurşunun bir yılanı bile bulabileceğini görerek harbe tutuşan Karayılan; ulaklık ederken attan düşerek sakat kalmasına rağmen görevini başaran Kambur Kerim; ağır makineliyi teslim etmek pahasına sandalıyla denizin ortasında yiten Arhaveli İsmail; cepheye giden Nurettin Eşfak; İngiliz işgalindeki İstanbul'da olup biteni gizlice haber veren telgraf dairesindeki Manastırlı Hamdi Efendi; savaşta gözünü kırpmadan savaşan ve savaştan önceki bahçıvalığına savaştan sonra da devam eden Kartallı Kazım; üç numrolu kamyonetini merhametli bir ümitle seven ve bu sayede cephane taşımayı başaran Süleymaniyeli Ahmet ve 26 Ağustos gecesinden 30 Ağustos Zaferine kadar olan birkça gündeki diğer insanları işler destan. Onların küçük yaşamlarını duyurur bir yandan savaş sürerken. Destanın anlatımı öykü tekniğine uygun, yumuşak, yarım uyaklarla ahenklidir. Savaşla ilgili gerçek bilgilerin verilmesi bile bu ahengin egemenliğini bozamamıştır destanda.
"BENZERİ OLAMAYAN BİR BAŞYAPIT"
Nazım, Kuvayi Milliye Destanı'nda bilinen kahramanların ya da komutanların yerine nasıl savaş kazanan sıradan insanların kahramanlıklarını anlattıysa "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı yapıtında da sıradan insanların öykülerini anlatır. Bir sözlük ya da ansiklopedi yazar gibi anlatır çeşitli insanların yaşamlarını, çevrelerini ve yaptıklarını. Yaşamda olabilecek her şeyin (olaylar, kişiler, duygular, düşünceler) anlatılabileceğini; hem kendini, hem ülkesini, hem dünyayı, hem de yaşadığı çağı bütün boyutlarıyla sığdırmayı başarır bu yapıtına. Memleketimden İnsan Manzaraları, yalnız şiir de değildir sanki; roman, öykü, tiyatro, röportaj ama en çok da senaryo ya da bir sinema filmi gibi öteki sanatların da karışımı bir yapıttır. Bu çok biçimli anlatım ne Türk edebiyatında ne de dünya edebiyatında mevcuttur. Benzeri olmayan bir başyapıttır. Nazım, ister ki, bu yapıtı okuyan: insan kaynayan bir mahşere ersin; bu mahşerde o dönemin çeşitli sınıflarından Türkiye halkını ve onların sosyal durumunu hareket halinde görsün, anlasın; Türkiye toplumunu çevreleyen dünyanın durumuna tanık olsun ve "nereden gelinip nerede olunduğu, nereye gidildiği?" sorusuna yanıt bulsun.
"TÜRKİYE'NİN HER KESİMİNDEN İNSAN YER ALIYOR"
Bu destansı yapıt da böylece bir amaçla 1941 yılında (1950 yılında tamamlanır yapıt) Haydarpaşa Garı'ndan kalkan Anadolu trenindeki yolcuların anlatılmasıyla başlar. Birinci Kitap'ta; trende, Üçüncü Mevkide giden yolcular, işçiler, köylüler, askerler, serseriler, işsizler, mahkumlar, küçük memurlar, mektepliler anlatılır. İkinci Kitap'ta; yataklı vagondakiler, gazeteciler, iş insanları ve politikacılar anlatılır. Üçüncü Kitap'ta; mahkum yolculardan aydın bir kişi olan Halil'in cezaevinde ve hastanede geçen yaşamı, onun yanı sıra öteki mahkumlar, hastalar, doktorlari hemşireler ve köylüler anlatılır. Dördüncü Kitap'ta; Anadolu'da köylü-ağa ilişkileri, Halil'in cezaevi günleri ve özellikle II. Dünya Savaşı'ndan inanılmaz sahneler anlatılır. Beşinci Ktap'ta; savaş yıllarında İstanbul halkının çektiği sıkıntılar, Halil'in acılı cezaevi yılları, karısının mektupları dile getirilir. Anlatım bireyselle toplumsalın, yerelle evrenselin gelgiti içinde verilir. Bazen sinemadaki bir görüntü gibi, bazen de bir tarihçinin ya da bir toplumbilimcinin açıklamaları sürer öyküler. Şiire özgü imge, duygu ve ahenk görünmez kılınmış gibidir ancak o kadar yoğundur ki destanın ucunu bırakasınız gelmez. KATAVASYA / M.USLU