İlimizde çevre adına sağlığımız adına suyumuz adına havamız adına, bitkilerimiz adına, tarımmız adına hayvanlarımız adına nasıl olumsuzluklar yaşanmakta onları şimdiye kadar defalarca kez yazdık ve çizdik. Şimdi de Çevre Mühendisleri Odası Genel merkezi tarafından gönderilen 2009 çevre raporundan incileyelim. Fakat önce biraz Samsun Çevre Meclisinin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının verdiği mücadeleden söz etmek istiyorum. Samsun Çevre Meclisnin üyesi olarak katılabildiğim her toplantıda gerek Tekkeköy, Gerek, Terme, Çarşamba, komşu ilimiz Sinop, Gerze Yaykıl köyleri için birlikte Termik Santrallerin, Mobil Santrallerin ve doğalgaz çevrimli konbine santrallerin Samsun"da ve diğer ,llerimizde ilçelerimizde konuşlandırılmaması için haftada 3-4 kez toplanılarak karşı duruş için projeler ve eylemler üretmeye çalıştık. Daha doğrusu arkadaşlarım benden daha fazla mesai harcayarak eylemlilikler için çalıştılar ve çok a başarılı oldular. Enson olarak, Samsun Valiliği önünde, Tekkeköy kaymakamlığı önünde ve en sonda Tekkeköy Beldeiyesi ytarafından hazırlanan Kent Sempozyumunda Samsun Çevre Meclisinden arkladaşlarımız muhteşem bir sunum yaparak çalışmalarımızı anlattılar. Bu süreçlerde rahatsızlığım nedeniyle bulunamadığım için çok üzüldüm. Ancak arkadaşlarım gerçekten de ellerinden gelenleri ardlarına koymadılar. Birmiz hepimiz hepimiz birimiz ilkesiyle Samsun Çevre Meclisinin proje ve programlarını aktardılar Tekkeköy Kent Sempozyumunda. Onları kutluyorum. Şimdi sevgili okurlarım Çevre Mühendisleri Odası Genel merkezinin hazırladığı 2009 Hava, Su raporları ile Kyoto protokolünü aktarmaya çalışacağım. İlk olarak:
Kyoto Protokolü ve Türkiye
Geçtiğimiz bir yıl içindeki önemli gelişmelerden birisi de Türkiye"nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamındaki Kyoto Protokolü yükümlülüklerini imzalaması oldu. Kimileri bu gelişmeyi Türkiye nihayet sorumluluğunun farkına vardı diye yorumlayarak sevinç duydu, kimisi bekleyelim görelim dedi, kimisi de korkacak bir şey yok, imzaladık ama herhangi bir sorumluluğumuz yok diye avundu. İlginç olanı, imzaladık ama sorumluluğumuz yok diyenlerin imzayı koyanların kendisinin olmasıydı. Peki ama tüm bu tartışmaların ne anlama geliyordu? Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması"na taraf olan ülkeleri, farklı gruplara ayırmaktadır. Protokole göre Gelişmişlik düzeyine göre ülkelerin farklı yükümlükleri vardır. Bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarında artışa izin verilirken, bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarını 1990 yılı emisyon düzeylerine göre belli oranlarda azaltması gerekmektedir. Bu oranlar ülkeden ülkeye değişmektedir. Protokole göre, 1990 yılı sera gazı emisyonlarının yaklaşık %5 oranında düşürülmesi hedeflenmektedir. Türkiye"nin bu gruplandırmada özel bir yeri vardır. Gelişmiş ülkelerin yer aldığı Ek-A listesinde yer alan Türkiye, geçiş ekonomisine sahi olduğunu beyan etmiş ve bu beyanının kabulu ile Ek-A"da yer almasına rağmen belli bir emisyon azaltım oranı yükümlülüğüne sahip değildir. (Geçiş ekonomisinden kasıt, serbest pazar ekonomisine tam geçişin gerçekleştirilememiş olmasıdır! Yani hala yeterince ticarileştiremediğimiz, özelleştiremediğimiz kastedilmektedir) Sorumluluğumuz yok söylemi buradan çıkmaktadır. Yani tartışmalarda bazen işin özü unutularak, bu durumdan nasıl daha avantajlı çıkılabileceğinin hesabı yapılmaktadır. Bu küresel ısınma tüccarlığına karşı, IPCC"nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) bulgularını bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Panel"in iklim değişikliği ile ilgili kapsamlı raporlarından 2007"de yayınlanan dördüncü raporda, insan etkinlikleri ile meydana gelen net ısınmaya dair bilimsel veriler ortaya konmuştur. 2500"den fazla uzman görüşü ile 800 yazar tarafından (450"si asıl yazar) ve 130"dan fazla ülkeden katılımla hazırlanan bu rapor bu konuda gerçekleştirilmiş en kapsamlı çalışmadır. Çalışmaları IPCC"ye 2007"de Nobel Barış Ödülü"nü kazandırmıştır. Adı geçen kapsamlı rapordaki çok sayıdaki çarpıcı vurgusundan sadece bir kaçı şunlardır: Çoğu bölgede aşırı yağış sıklıkları artmıştır! 1900"den 2005"e, Kuzey ve Güney Amerika"nın doğusunda, Kuzey Avrupa"da, Orta ve Kuzey Asya"da yağışlar belirgin şekilde artmış; Sahel"de, Akdeniz"de, Güney Afrika"da ve Güney Asya"nın bazı bölgelerinde azalmıştır! Küresel olarak, kuraklıktan etkilenen toplam alan 1970"den beri artmış görünmektedir! Küresel ortalama deniz suyu seviyesi yükselme oranı 1961"de 1.8 mm/yıl iken, 1993"te 3.1 mm/yıl"a çıkmıştır.! 21. yüzyıl sonundaki deniz seviyesi artışına ait projeksiyonlar 18-59 cm arasındadır. Yine raporda yer alan bilimsel tahminlere göre: 2020"de Afrika"da; 75-250 milyon insanın yaşadığı su stresi artmış olacak. Bazı ülkelerde, yağmura dayalı tarım ürünlerindeki verim %50 azalacak. 2050"de Asya"da; Projeksiyonlara göre tatlı su kaynakları azalacak. Kıyı bölgeleri, özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu büyük delta bölgelerinde büyük deniz taşkını riski altında olacak. Yani kimilerinin iddia ettiği gibi küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle ilgili iddialarda bir "abartı" söz konusu değildir. Daha fazla zaman kaybedilmeden, hem ülkeler düzeyince hem de küresel olarak çevre sorunlarına bakış ve sürdürülebilir kalkınma retoriği sorgulanmalıdır. Durum, ticari bakış açısını ya da imzaladık ama korkmayın birşey yapmamıza gerek yok söylemini kaldıramayacak kadar önemlidir. Kentleşme, madencilik, tarım, çevre, sanayi ve enerji alanlarında üretim-tüketim ilişkileri göz önünde bulundurulmadığı, bilimsel bilgi ve verilerle sağlıklı analizler yapılmadığı, doğru, akılcı, kamusal politikalar oluşturulamadığı ve bütünleşik bakış açısıyla hayata geçirilemediği sürece sorunun çözülemeyeceği açıktır. Tüm bu nedenlerle küresel ısınma söylenceleri ile felaket senaryoları yazanların, önce ekolojik krizi yaratan sonra da timsah gözyaşları döken politikacıların, kar hırsı ile gözü dönmüş sanayicilerin, doğayı ve yaşam alanlarımızı yağmalayan uluslararası tekellerin ve eli çantalı çevrecilerin yarattığı bu iklim, bizim iklimimiz değildir.