AHMET YILMAZ BOYUNAĞA'DAN BİRKAÇ HÂTIRA / 2
(Dünden devam)
Bilinmelidir ki, nerede adâlet yok ise, orada insanlık da yok demektir!
Sorular hazır ve beylik dediğimiz cinstendi: "Demokrasiyi engellemek, hürriyeti kısıtlayıcı davranışlarda bulunmak v.s."
Benim, ilgili zatlara 'ifade' vermemem bir yana, 'ifade' için çağrılan her arkadaşa, ne cevap verdin diye soru sorup, birbirimize destek vermeye çalışıyorduk.
Yılmaz Bey, 'ifade' vermiş, çok rahat bir tavırla bize doğru geliyordu. kendisine yaklaştık. Dedikleri şu meâldeydi: "Yazdım arkadaşlar! Çok kısa!..Allahü teâlâ iftira edenleri ıslah etsin!.. Ben, milletime hizmetten başka hiçbir emel taşımadım! Rabbim ne takdir etmişse o olur!.."
Gerçekten de, kararnâmelerimiz, 'ifade'miz alındığı günden bir gün önce imzalanmıştı: 27 Nisan 1978'de.
Tabiî ki, o Millî Eğitim Müfettişi denilen zatların ukalâ tavırları da ibretlikti.
Meselâ; ben, Atatürk Üniversite mezunu iken Ankara Üniversite mezunu yazılmışım. F(ı)ransızca Öğretmeni iken, kararnâmem coğrafya öğretmeni olarak çıkmıştı.
Herbirimiz yurdun bir tarafına dağıtılmıştık. 1979 sonunda yapılan ara seçim sonunda, tekrar bir araya geldiğimizde, sıkıntıdan, çoğumuzun saçına - sakalına ak düşmüştü. Bir buçuk yıl, hepimizden çok şeyleri alıp götürmüştü.
Tertemiz bıraktığımız okula, kimlik göstermek suretiyle ancak jandarmanın murakabesinde girebiliyorduk. Ders anlatırken, sınıfların kapısı açık bulunduruluyordu. Bayrak merasimlerinin yapılmadığı, İstiklâl Marşı'mızın okunamadığı / okutturulmadığı günler / yıllardı. Sanıyorum ki, bu dönem hâriç, dünyada böyle bir eğitim görülmemişti.
Zaman geçti. İşler epeyce yoluna girdi.
1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu'yla Eğitim Enstitüleri'nin Yüksek Öğrenim Kurumu'na bağlanması hepimizi çok ümitlendirmişti. Fakat, ilk dekan, bize hiç sıcak bakmıyordu. Hiçbirimizin akademik çalışması yoktu ama bizim yazdıklarımız da yabana atılır cinsten değildi. Fakat, o ve onun gibiler, buna 'hiç' nazarıyla bakıyordu. Birkaç kişi bir odada oturuyorduk ve kışın da odalarımız soğuktu. İnsan, oturunca daha çok üşür, öyle değil mi?
Benim oturduğum ana-binadaki odaya eski bir remington marka daktilo konmuştu. Mesâîde, devam mecbûriyeti olduğu için, ders hârici, akşama kadar burada oturuyorduk. Ben, fırsat buldukça, yazılarımda bu daktiloyu kullanıyordum.
Yılmaz Boyunağa; (T) harfine benzediği için, (T) Binası denilen eski yatakhâne binasında, yine birkaç arkadaşla birlikte bir odada oturuyordu.
O, roman; bense, daha ziyâde şiir ve makale yazıyordum. Bir gün odasında, paltosuna sarılmış vaziyette çalışırken yanına gittim.
Tabiî ki, mevzûmuz dâimâ, şiir, roman, maarif ve umûmî kültür mes'eleleriydi. Zaman zaman bana romanlarından bölümler okur, zaman zaman da ben ona şiirlerimden okur, tartışır, tashih yapardık. Zâten, bu istişâreyi yapabileceğimiz fazla kişi de yoktu.
Bir ara, şiir ve deneme sahasında kitap çıkarmanın çok zor olduğundan şikâyetçi oldum. Bu türlerin çok az okunduğu için yayınevlerince basılmadığını ifade ettim. Gerçi, bu zamana kadar, O'nun da basılmış iki üç kitabı dışında eseri yoktu. Fakat, romana talep daha fazlaydı. Bu sıralarda, Zincirli Tepe adlı hikâyemi bir roman niyetiyle hazırlamakla meşguldüm.
Benim, bu tavrım üzerine, bana şu teselli edici ve çalışma azmi verici sözleri söyledi:
- Kardeş, dedi, yeter ki sen, iyi niyetle yaz, esas mes'ele yazmaktadır. Öbürünün nasıl olsa bir çaresi bulunur! Bir gün gelir, Allahü teâlâ, ona bir yol açar!..Kafanı takma böyle şeylere!..Yazmana bak!..
Gerçekten de, 1985'te Zincirli Tepe hikâye kitabım Kültür Bakanlığı yayınlarında çıktı ve ardından peşpeşe, değişik yerlerde kitaplarım neşredildi.
Yılmaz Boyunağa, 1989 yılında, tamamını üniversite hocalarının teşkil ettiği bir otobüsle, umreye gider. Umre dönüşünde, gümrükte, bir Arap asker otobüsü kontrol için ön kapıdan girer. Bir süre içerdekilere göz gezdirir ve dosdoğru en arkada oturan Yılmaz Hoca'nın yanına giderek O'nu alnından öper ve hiçbir şey demeden çıkıp gider.
(Devamı yarın)