ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE BİR KATKI: LAİKLİK TANIMI VE UYGULAMASINA DAİR BİR ÖNERİ -3-

Fazlı Arabacı

Lâiklik hiçbir zaman dinin terk edilmesi ya da ona karşı savaş açılması demek değildir. O, dinle devletin birbirinden ayrılmasını ifade eder(ne var ki bu ayrılma önceden de vurguladığımız üzere tam olarak gerçekleşememiştir). Sözkonusu ayrılma hangi derecede olursa olsun, gerçekleştirilirken Batı (özellikle Fransa)’da şiddetli çatışmalar olduğu gibi ülkemizde de bir takım sıkıntılar olmuştur. Fakat bunu dine karşı bir tavır alma değil de "din anlayışlarına" karşı alınan bir tavır olarak algılamak, en azından günümüzde bir konsensus için gereklidir. Bugün geçmişte lâiklik adına yapılan bazı yanlışlıkları, dindar halkı tahrik edici şekilde ortaya dökmek, ya da lâikliği savunmak için dini ve dindarları tahkir edici pozisyonlara girmek toplumumuza bir şey kazandırmayacağı gibi, ülkemiz insanları arasında yeniden kamplaşmalara ve aralarında düşmanlıklara yol açacak yahut olanları yeniden körükleyecektir.

Lâiklik ne bir doktrin, ne bir felsefe, ne de bir ideolojidir. Batıda Ferdinand BUISSON[1] gibileri "lâik bir imandan" söz etmekte ve bundan kaynaklanan "lâik ahlâka" ulaşmaktadırlar. Esas görevi kutsalla kutsal olmayanın arasını ayırmak olan laikliği bazı pozitivistler, bir felsefe veya bir akıl ya da teknikten ruhunu alan bir tür "din" olarak kabul etmekte ve ona kutsallık atfetmektedir. Oysa lâiklik bir din olarak kabul edilirse, önce onu ortadan kaldırmak için lâikleştirmek gerekecektir. Bu ve benzeri tanımların lâikliği yeterli ve tam olarak tanımlayamadıkları anlaşılmakla birlikte, önceden ifade ettiğimiz gibi, onun tek bir tarifini yapmak zordur. Kanaatimizce, onu açıklamak için -Maurice Barbier[2]'den de yararlanarak- iki açıdan bir yaklaşımda bulunmak daha mantıklı gibi görünmektedir. Birincisi dinle devletin ayrılması, ikincisi nötr olmak, yani dinler karşısında tarafsız kalmak.

Dinin devletten ayrılmasından maksat dinle toplumun birbirinden ayrılması değil, devletin dinin etkisinden kurtulması ve her ikisinin birbirinden bağımsız kalmasıdır. Devlet dinden soyutlansa da, devlet gibi lâik olmayan, olamayan, olmak zorunluluğu da bulunmayan toplumdan soyutlanamaz. Din toplumların ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, toplumla bağlarını kesemeyen devlet dinden ne kadar soyutlanacaktır? İşte burada toplumun dine bağlılığı, devletin toplum için vazgeçilmezliği hususları göz önünde bulundurularak kurulan denge, dinle devlet ayrılığının ölçüsünü, diğer bir ifadeyle dinle devlet ilişkisinin boyutunu ortaya koyacaktır. Bu denge toplumun dinî değerlerini hiçe sayarcasına laik devletten yana olursa, toplumu devlete, devletin tutum ve rejimine karşı tavır almaya, iç ve dış dengeleri sarsan kaotik bir yapıya yol açabilir. Teopolitik plan ve stratejilerin işletildiği içinde yaşadığımız çağ ve bölgede, içerde ve dışarda göz önünde bulundurulan çeşitli dengeleri hesaba katmaksızın dinden yana bir tavır konulursa, bu takdirde devlet, dolayısıyla mevcut toplum ve toplumun yaşadığı değerler belki olumsuz yönde etkilenecektir.

Burada şunu da belirtmekte fayda var. Özellikle devletin dinden soyutlanıp toplumdan soyutlanamayacağı konusunda yanlış bir yola sapılmakta, lâikliğin göreceli olduğu unutulmakta, Hıristiyânî gelenekten esinlenen ülkelerdeki uygulamadan hareket edilerek, İslam’ın sosyal içerikli bir din olduğu unutularak veya hiçe sayılarak lâik bir ülkede dinin toplumsal hayattan kişisel-özel hayata geçtiği söylenmektedir. Dolayısıyla bundan dinin sadece özel, ferdî bir yaşantı olduğu ve özel yaşantıyı içerdiği sonucu çıkmaktadır. Böylece dinin sosyal hayata etki edemeyeceği hükmüne varılmaktadır. Oysa devlet alanıyla ferdî alan çoğu kez karıştırılarak, özellikle ferdî yaşamın bir toplum içinde devam ettiği unutulmakta ve gözardı edilmektedir. Kaldı ki bu duruma göre, dinin ferdî hayatla sınırlandırılması, sosyal yaşamdan çekilmesi demek değildir. Lâikliğin gereği olarak dinin devletten ayrılmasında sözkonusu olan, dinin devlet-siyaset işlerine müdahelesini kesmesidir. Dinî hayatın gerekleri toplumda hür olarak var olmalı, varlığını sürdürebilmelidir.

Dinle devletin ayrılması birbirleriyle olan ilişkilerine engel teşkil etmez. Nitekim lâikliğin Avrupa ülkelerinde en sıkı bir separasyon(ayrılık) şeklinde uygulandığı Fransa'nın içerde Kiliselerle olan ilişkileri devam ettiği gibi, uluslararası olarak, Roma'da, Papalıkla ilişkileri de sürdürülmektedir.[3]

İkinci yaklaşım olan devletin dinler karşısında nötr(tarafsız)olması, ülke içindeki dinî azınlıklara müdahale etmeyip serbest bırakmasını gerektirir. Ancak burada hemen belirtelim ki her ülkede çoğunluk durumunda olan inanç sahipleri vardır. Bu ülkelerde devlet dinler karşısında tarafsızlığını korurken, sanki çoğunlukta olanlara yaklaşımı daha sempatizan gibi bir görünüm arzetmektedir. Bu görünüm belki de çoğunlukta olan (Fransa'da Katoliklik, Danimarka'da Protestanlık, İngiltere'de Anglikan Kilisesi, Türkiye'de İslam gibi) inanç sahiplerinin daha geniş imkânlara sahip olduğundan dinî örgütlenmelerinin de geniş olmasının vermiş olduğu bir yansımadır. Örneğin; Nasıl ki Fransa gibi lâik bir ülkede Katolikliğin ağırlığı her yerde hissediliyorsa, Türkiye gibi devleti lâik, halkı müslüman olan bir ülkede İslamın sosyo-kültürel ağırlığının* belirginleşmesi sosyolojik olarak kaçınılmaz görünmektedir.

O halde laiklik dinle devletin birbirinden ayrılmasıdır derken, dinin devletin işlerine müdahale etmekten alıkonması olmakla birlikte, fert ve toplum olarak onu yaşama hakkının korunması olmalıdır.

Laikliğin dinlere karşı tarafsız olması şeklinde tanımlanması devletin hiç bir dine yakın olmaması demektir. Ancak Avrupa Topluluğu ülkelerinden hiçbirinde ne buraya kadar sözünü ettiğimiz ideal lâiklik anlayışı uygulanmakta, ne de lâiklik evrensel olarak her yerde aynı tür bir uygulama ile karşımıza çıkmaktadır. Avrupa’da din devlet ilişkileri, önceden belirlenen ve sınırları çizilen laik bir anlayışın uygulanması şeklinde değil, toplumların ihtiyaç ve tarihi sosyal yapılarına göre şekillenen bir uygulama biçimi olarak tezahür etmektedir. Bu durumu aşağıda örneklerle somutlaştırmak yerinde olacaktır.

Devamı gelecek…


[1] Ferdinand BUISSON, "La foi laïque"(Laik İman), Ed. Hachette, Paris, 1912.

[2] Maurice Barbier, "Laïcité", Paris, ed. L'harmattan, 1995, s. 9.

[3] Maurice Barbier, a.g.e., s.86.

* Ben her zaman, bu sosyo-kültürel olan islamın niteliğinin tartışılması ve düzeyinin yükseltilmesinden yanayım. Bu düzey, eğitim yoluyla yükseldikçe bugün laiklik başta olmak üzere dinle ilgili bir çok tartışmanın beyhude olduğunu da görmüş olacağız.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.