Aydınlanma düşüncesi yani aydınlanma felsefesi, bize öğretilmiş olan tanımıyla; İnsan aklının önemine vurgu yapan, bilim ve sanatta toplumların inanılmaz ilerlemelere adım attığı hatta tamamıyla bu alanlarda değişim ve dönüşüm gösterdiği çağ olarak tanımlanır. Orta çağın getirmiş olduğu baskıcı, sınırlayıcı despotik yaşamın ardından insanlığın kurtuluşu olarak bilinen, bugün de altın çağ olarak adlandırdığımız, insanlık tarihinin geçirmiş olduğu önemli dönemlerden birisidir. Aydınlanma Avrupa merkezlidir, sırası ile ilk olarak İngiltere'de, en kanlı biçimiyle Fransa'da sonrasında ise Almanya'da başlamıştır. Sadece hristiyanları içine almaktadır ama evrensel ve ulusal olma iddiasını taşımaktadır. Peki, tüm toplumlar bugün eşit derecede aydınlandı düşüncesini gerçekleştirebildi mi?
18. yy. aydınlanmasına genel olarak bakıldığında; sanattan siyasete her alan tekar ele alınıyor, eleştriliyor, sorgulanıyor ve çağın bilgi ve birikimi tekrar gözden geçiriliyordu. Bunlarla birlikte eski siyasal/politik düzen de değişmeye başlıyordu. Aynı zamanda insanın doğayla, hayatla ve tanrıyla arasındaki bağ yeniden kurgulanıyordu. Bu değişimde aydınlanmacı düşünürlerin savaştıkları ana olgu din, kilise dogmaları ve hristiyanlıktı. Bunların yanı sıra ana sorunları arasında gelenek, devletin sınırlamaları ve belirli bir kesime tanınan ayrıcalıklar yer alıyordu. Orta çağda toplumda neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna ilişkin kararları veren kişiler din adamlarıydı, siyasette etkin ve toplumda ayrıcalıklı bir sınıfı oluşturuyorlardı. Fakat aydınlanma bize doğruyu ve yanlışı din yoluyla öğreneceğimizi değil insan aklını kullanarak doğruyu ve yanlışı bulabileceğini, hatta insan aklının her şeyi yapabilecek ve her bilgiye ulaşabilecek düzeyde olduğunu öğretmiştir. Dine olan güven terk edilip akla olan inanç temele yerleştirilmiştir. Kabaca, aydınlanma toplumsal düzeni yeniden kurgulamaya çalışmak üzerine kurulmuş bir projedir. Bu proje temelinde, din adamları ile aristokrasi ve burjuva sınıfının çıkar çatışmaları çok önemli rol oynamaktadır.
Varlıklı insanlar devleti ve hukuku; kendi statülerini korumak, varlıklarını devam ettirebilmek adına bir araç olarak kullanırlar. 18. yy. aydınlanma düşüncesi de aristokrasi ve burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını korumak üzerine kurulmuş bir ideolojiden ibarettir ve özü gereği de liberal yapıya sahiptir. Aristokrasi ve burjuva sınıfı, kendi statülerini korumak ve yükseltmek aynı zamanda kilisenin statüsünü kırmak için insan aklını dini bir olgu gibi su yüzüne çıkartmışlardır.
Feminizmin ilk ortaya çıkış yeri ve tarihi de tam olarak 18. yy. aydınlanma düşüncesinin yaşandığı Batı dünyasıdır. Aydınlanma düşüncesi insana; her insan akıl ve düşünce sahibidir, her birey özgürdür, eleştirme ve düşüncesini aktarabilme özgürlüğüne sahiptir, her birey oy kullanabilir ve siyasete katılabilir gibi birtakım haklar sağlamıştır. Aydınlanma düşüncesinde, "İnsanın aklı vardır." düşüncesi erkeğin aklı vardır olarak evrilmiştir. Akıl sahibi olan kişi erkek olarak tarif edilmiştir. Herkesin aklı vardır, herkes eşittir derken bu herkes, erkeklerden oluşmaktadır. 1789 Fransız Devrimi sonucunda da "Hepimiz eşitiz." derken kadınlar bu açıklamanın çok gerisinde tutulmuştur. Erkeklerin vatandaş ve birey olmaktan gelen hakları kadınlara tanınmamıştır. Aydınlanma zihniyeti; birey olmayı, bir devletin vatandaşı olmayı, özgür olmayı, düşünme ve akıl sahibi olmayı erkeklere atfetmiştir. Eğer hepimiz insan olmamızdan dolayı eşitsek fakat kadın ve erkek eşit haklara sahip değilse o zaman kadınlar bu durumda ne? "İnsanın hakları vardır." "O zaman kadın insan mıdır?" gibi soruların sorulduğu yer ve bize bu soruları sorduran zaman 18. yy. aydınlanma düşüncesinin kendisi olmuştur. Bu tamamıyla aydınlanmanın ürettiği bir sonuçtur.