Sevgili okurlar, ülkemizde son sürat estiği iddia edilen barış rüzgarlarının ne kadar yapay bir aldatmacadan ibaret olduğunu 1 Mayıs işçi bayramında milletçe görmüş olduk.
Geçen haftaki yazımda AKP'lilerin demokrasi çığırtkanlığı yapmalarıyla ilgili; ''demokrasi kelimesinin telaffuzundan çok, kimin telaffuz ettiği benim için daha önemlidir'' demiştim. AKP hükümeti ve bürokratları, İstanbul'da ki 1 Mayıs kutlamalarında demokrasi ve barıştan ne anladıklarını ortaya koydular. AKP zihniyetinin bu demokrasi anlayışı başkalarını bilmem ama beni hiç şaşırtmadı. İstanbul valisi, ikibin ikiyüz civarında bir grubun olay çıkardığını ve polisin müdahalesinin normal olduğunu söyledi. Bu ikibin ikiyüz kişiye müdahale eden polis sayısı yirmiikibindir. Yani her bir göstericiye yirmi iki polis düşmektedir. Buna rağmen polisin kullandığı orantısız güç medyaya açıkça yansımıştır.
Aynı saatlerde Diyarbakır'da yapılan kutlamalarda terörist başının posterleri ile sözde bayrakları açıldığı halde en küçük bir müdahale olmadı. Diyarbakır'daki polis ile İstanbul'daki polis arasında ne fark vardı? Yoksa Diyarbakır'ın içişleri bakanı ile İstanbul'un içişleri bakanı ayrı mı? Diye sormadan edemiyor insan.
Aslında bu olanlar, AKP hükümetinin barış süreci hususunda uluslar arası bir dayatmayı yerine getirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü; ülkeyi yöneten aynı iktidarın Diyarbakır'daki refleksi ve hoş görüsüyle İstanbul'daki refleksi ve hoş görüsü bu kadar birbirine tezat olamaz. Şu yanlış anlaşılmasın, hukuka aykırı fiillere göz yumulsun demiyorum ancak hukuk, her tarafta eşit şekilde uygulansın istiyorum. Ülkemizdeki her vatandaşın bunu isteme hakkı vardır. Adalette çifte standart olursa, orada kaos kaçınılmazdır. 1 Mayıs tüm dünyada genelde olaylı geçer. Burada sınıflar arası bir mücadele söz konusudur. İnsanlar 1200' lü yıllar da İngiltere'de başlayıp günümüze kadar süren kanlı ve acıklı bir mücadele sonunda İşçi sınıfı haklarını tam olmasa da elde etmiştir. Bu mücadele 9 asırdır sürmektedir ve bunu bir köşe yazısı ile anlatmakta mümkün değildir.
Sadece şu örneği vermeden geçemeyeceğim; 12. Yüzyıl İngiltere'sinde basit makinelerin icadı ile köylerden imalathanelerin kurulduğu kasabalara göçler başlamıştır. O zamana kadar şehir yok denecek kadar azdır. İngiltere'de , kırsaldan göçle beraber yolar göçebe iş arayanlarla dolmuştur. İlk kez ''serseri'' kelimesi, yollarda iş aramak için dolaşan bu insanlar için kullanılmıştır. İş arayan bu insanlar imalathanelerin kurulduğu kasabalara yerleşmeye başlamış ve insanların topluca yaşamaya başlanması ile suç artmıştır. Bununla birlikte İngiltere'de insanlık tarihinin ilk hapishanesi kurulmuştur. O dönem iş bulmak oldukça zordur. İşsiz sayısı çok olduğundan çalışma saatleri çok ağır, buna karşın ücret çok düşüktür. İşçiler günde 20 ila 22 saat çalışmakta ve ücret olarak 1 ila 3 somun ekmek almaktadırlar. İşçiler ve aileleri İmalathanelerin etrafındaki, hayvanların bile kalamayacağı barınaklarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Dikkat edilecek olursa şehrimizde de yerleşim tekel fabrikalarının etrafında yoğunlaşmıştır. Cumhuriyet öncesinde aynı süreçten ülkemizde geçmiştir. İşte mücadele bir somun ekmekle başlamış ve günümüze kadar sürmüştür. Bu mücadelenin kutlandığı 1 Mayıs da biraz daha hoş görülü olunabileceği kanaatindeyim. AKP hükümeti tarafından muhatap alınmak için illaki terörist olmak gerekmemeli diye düşünenlerdenim.
Bu arada sayın başbakanımız ülke gündemini değiştirmek için milli içki tartışmasını ortaya attı. İşin daha tuhaf tarafı ise kocaman gazeteci,yazar ve akademisyenler oturup hafta boyu milli içkimiz ayran mıydı yoksa rakı mıydı diye tartıştılar. Şahsen milli içkimiz hangisidir, gerçekten bu kadar göçebe yaşamış ve kıtalar arasında dolaşmış bir millet olarak bunun bir önemi var mıdır bilemiyorum. Ancak, konuyu hafta boyu tartışan bu insanların ne içerek bu tartışmayı yapacak kafayı bulduklarını merak ediyorum.
Milli içkimiz ayrandır tartışması ile ''Ayran budalası'' tabirini atalarımızın neden ve kimler için söylediğini anlamış oldum
Sağlıcakla Kalın .