Azîz Tük Çocuğu, asırlar vardır ve ihtiyar târih şâhittir ki, senin asâletli atalarının beşikleri hep şiir güzelliğindeki şu ninnilerle sallandı:
“Sütünü helâlinden emzirdiğim oğul!.. Hamuruna yiğitlik (erlik) mayasını çaldığım oğul!.. Hey kurban olduğum oğul!.. Özüne, sözüne güvencim oğul!.. Oğul oğul, devletli oğul!.. Baba ocağının közü, ana kucağının yâr yatağının baht yıldızı oğul!.. Soyumun sopumun özü hey oğul!.. Yiğit oğul!.. Erdemli oğul!.. Ahlâklı oğul!.. Bileği bükülmez oğul!.. Oğul oğul devletli oğul!..”
Türk çocukları; Türk Anası’nın, yavrusunun kulaklarına fısıldadığı, yukarıdaki bu “oldurucu” ve “erdirici” telkîn-i öğütlerle, bu yüce dileklerle, bu tılsımlı ve hikmetli sözlerle uyudular…Ulu rü’yâ’lara daldılar… Ötelerin ötesini gördüler... Arş-ı a’lâ’yı kucaklayan mes’ûd hayâllerle uyandılar… Onlar ki; kıt’alardan kıt’alara, iklimler ötesinden süzüle süzüle, çağları, devirleri aşa aşa geldiler… Hayâlin ötesine geçip çadır kurdular…
Azîz Tük Çocuğu, Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya, “Onlar” adlı şiiriyle bu muazzam “oluş” sırrını, şu destansı mısrâlarla târihlere havâle etti:
“Nerede kaldı o erler ki,
Analar kurt doğururdu,
Hilkat insan çamurunu,
Destân ile yoğururdu.
Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar,
Yurt dediler gölgesine,
Ayaklarını bastılar.
Nerede o yiğitler ki, gür
Sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür,
“Dur”dese kalpler dururdu.
Yeryüzünün göbeğinde,
Kuruldu Kurultayları,
Günleri sönmek bilmedi,
Yere düşmedi ayları.
Onlardan kaldı bu toprak,
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye…
Destanlar da yazmayalım mı?”
Azîz Tük Çocuğu, sen bu vatanın hakikî vârisi, gerçek sahibisin. Dedelerin Orta-Asya’dan gelerek bu toprakları sana ebedî vatan yaptı. “Üzerinde doya doya yaşayasın, gezip tozasın” diye. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar destanlarla, ninnilerle, şarkılarla, türkülerle, ağıtlarla kutsîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar acı-tatlı hâtıra’larla dopdolu olmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar sevilip sayılmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar “ana” şefkat ve merhametiyle bütünleşerek “Anadolu” adıyla ebedîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar azîz ve mübârek olmayı hak etmedi. Hiç bir millet, ataların kadar bu toprakları şehit kanıyla sulamadı. Târihte, bu mübârek topraklar için “ölmeyi ebedî şeref” kabul eden bir başka millet daha görülmedi…
Azîz Türk Çocuğu, senin iftihar edilecek lekesiz, gölgesiz muazzam bir târihin, güneşleri andıran göz kamaştırıcı parlaklıkta ihtişâmlı bir kültür ve medeniyetin var. İnsan hakları mevzû’nda sana ders vermeye yeltenen kavîmlerin târihleri silinmez kara lekelerle doludur. Kendi yaptıkları insanlık dışı katliâmlara senin şanlı dedelerinin de adını karıştırmak istiyorlar. Ataların Doğu’dan-Batı’ya, Kuzey’den-Güney’e yataklarına sığmayan ırmaklar misâli akarak, insanlığın topyekûn hak ve adâlet içinde yaşaması için yüz yıllarca at koşturup durdu…
Azîz Türk Çocuğu, senin cedlerin târihlerinin hiçbir devresinde zulüm yapmadığı gibi zulme rıza da göstermedi. Zâlimin zulmüne alkış tutmadı. “Zulme rıza zulümdür!” Diyerek, zâlimin tepesine balyoz gibi indi. Hep haklının hakkını korudu, mazlûmun yanında yer aldı. Muhteşem târihin ve ihtişâmlı geçmişin; dînî, millî, ahlâkî, İslâmî ve insânî bakımlardan sarsılmaz kal’ası oldu. “Üç kıt’a ve Yedi iklim”e hayât nizâmı verdi. “Târihin dilinden düşmez bir destan” misâli; “Târihimiz” adlı aşağıdaki Şiirimiz’in şu unutulmaz beytini asırlarca büyük bir aşk ile terennüm etti:
Gökkubbe Çadırımız, Güneş Bayrağımız’dı
Üç kıt’a Yedi İklim, Nizâm Fermânımız’dı
(2003)
Azîz Türk Çocuğu, şanlı ve şerefli ataların bu mübârek şühedâ (şehid) kanıyla sulanmış vatan toprağının üzerini, İslâm’ın ebedî mührü câmi’leriyle sütûn sütûn, kubbe kubbe, minâre minâre süsledi. Âyâtını (Âyetlerini) nakış nakış işledi. Mermerlerini Rabb’ca silinmez ve eskimez yazılarıyla yazdı, târihlerin hâfıza’sına öylece kazıdı. Bir “hakîkatli yolun kutlu yolcuları” olarak, “Kendi Gökkubbemiz” altında geçen nice saâdet asırlarının tatlı hâtıra’sını, rûhlarında duya duya; mâzi, hâl ve âtî’yi birleştirdiler…
Azîz Türk Çocuğu sen; inançsız, düşüncesiz, fikirsiz, aşksız, çilesiz, mefkûresiz, idealsiz, ülküsüz, hedefsiz, gayesiz, ufuksuz, çapsız, mes’elesiz, cehtsiz, şevksiz, idrâksiz, edepsiz, terbiyesiz, başıboş, serkeş, pörsük, ürkek, burkuk, kavruk, savruk…sergerdeler-den kat’iyyen olamazsın!.. Sen, günübirlik hasîs duyguların, basit ve adî menfâatlerin esîri olamazsın!.. Sen, târihinin sana yüklediği büyük mes’ûliyyet şiârının fevkinde ve şuûrunda olmak ve öyle var olmak mecburiyetindesin!.. Sen, atalarının mirasını günübirlik kemirip, semirip, yeyip bitiren nânkör mirasyedi “hokkabazlarından” olamazsın!..
Azîz Türk Çocuğu sen, kahraman ecdadından devralmış bulunduğun mâzinin o muazzam mirasını, her şart altında koruyan, gözeten, geliştiren ve daha ötelere taşıyan gözü pek muhafızlardan biri olarak her ân dimdik ayakta, hâzır ve nâzır vaziyette azîz milletinin emrinde olmalısın!..
Azîz Türk Çocuğu, yazımızı; azîz vatan topraklarımızın düşman işgallerine uğratıldığı o karanlık günlerde, kalemini keskin bir kılıç, bir kalkan salâbetiyle küffâra karşı kullanan edebiyatımızın kudretli kalemi mücâhid yazarımız Süleyman Nazif’in, şimdilik şu güzide beyti ile bitirelim:
“Dedem koynunda yattıkça, benimsin ey güzel toprak,
Neler yapmış bu millet, en yakın târihe bir sor, bak!..”
TEFEKKÜR
Târihin hercü-mercinde ilk tüten ocağım vatan
Hergün doğan güneş gibi tek ana kucağım vatan
Ahmet Şahin