Bir Dostu Uğurlarken

Mehmet Büyükalbayrak

 Ortaokul günlerimizde kesişmişti yollarımız. Bizden öndeydi ama o yıl sınıfta kalınca, sınıf arkadaşı olmuştuk. Uzun boyu ve kendine has yürüyüşü ile çok uzaklardan bile fark edilirdi. Hiçbir hareketinde yapmacıktan eser yoktu... Nasılsa öyleydi... “Olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan...”
 Lise yıllarını da aynı sınıfta geçirmiştik. Sonra O başka bir şehirde devam etti öğrenimine, ben İstanbul'da... Arada karşılaşırdık... Hep aynı Hasan'dı... Ortaokuldaki, lisedeki Hasan Çakır... O değişemezdi... Herkesin sorunuyla yakından ilgilenen, koşan, dost canlısı...
 En son üç ay kadar önce karşılaşmıştık. Oturduk, çay içtik... Geçmiş günlerden, bizi bırakıp giden arkadaşlardan, dostlardan konuştuk uzun uzun... Onun da, böyle genç sayılabilecek bir yaşta bizi bırakıp gidenlerin arasına katılacağını nereden bilebilirdim ki...
 Ölüm için, hangi yaşta gelirse gelsin, “vakitsiz geldi” hissine kapılır insan. Oysa her an, ölümün vaktidir, ama kabullenmek istemeyiz bunu bir türlü... Hele, ebedi hayata yolcu ettiğimiz kişi, çocukluğumuzu birlikte yaşadığımız, birlikte koşup oynadığımız, birlikte güldüğümüz, sınavlarda birlikte ter döktüğümüz bir kişi ise, kabullenmek daha bir zor gelir... Cahit Sıtkı Tarancı'nın “Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; / Hatırası bile yabancı gelir. / Hayata beraber başladığımız, / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; / Gittikçe artıyor yalnızlığımız.” dediği gibi, bizi bırakıp gidenlerin sayısı sürekli artarken, o oranda bizim de yalnızlığımız artar.
 Dün, Of'un Sıraağaç köyündeki cenaze merasiminde imam ve diğer zevat, merhumun ardından son sözlerini söylerken, ben de, bizi bırakıp giden dostları düşünüyordum. Üç ay kadar önce beraber andığımız dostları... Şimdi sen de onların arasına katıldın ha...
 Giden bir dostun arkasından bir şeyler söylemek, bir şeyler yazmak zordur. Sizden de bir şeylerin gittiğini, hatıralarınızın öksüz kaldığını, yanlızlaştığınızı hissedersiniz. Ama, elden gelen bir şey de yoktur... Çaresiz, kabullenmek zorunda hissedersiniz kendinizi...
 Yarın, bizim de oraya gideceğimizi bilmek, ya da gitmemenin mümkün olmadığına inanmak bir teselli, bir dayanma gücü verir bize. Çalıkuşu'nda okuduğum bir ibarede Reşat Nuri Güntekin, “Ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerin son bir ilacı vardır: Feragat ve tahammül... Elemlerde bir gizli şefkat ve merhamet var gibidir... Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzle karşılıyanlara karşı daha az zalim olurlar.” diyor. Doğrudur, ama yine de dostlardan ayrılmanın acısı ince bir sızı bırakıyor içinizde...
 Bazı anlar vardır, söz biter... Böyle durumlarda şiirlere sığınırım ben. Aziz dostuma Allah'tan rahmet, kederli ailesine ve tüm sevenlerine baş sağlığı dilerken Ziya Osman Saba'nın “Rabbim, Nihayet Sana” isimli şiirinde teselli arıyorum.

“Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz...
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz...
Ben artık korkmuyorum, herşeyde bir hikmet var.
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmiyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz...” *¹


*¹ Ziya Osman Saba, Geçen Zaman (Varlık Yayınları 1957) 
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.