Bir gölgen kalmış bende. Az biraz ben ve sen daha çok… Bir gölgen kalmış bende.
Sereserpe düşüyor ardıma. Bir gölgen kalmış bende.
Az biraz kara, karanlık biraz, sarımtırak ışıkta, önümde ve ardımda, bir gölgen kalmış bende.
Yüzleri göstermeyen aynada, can yatıştıran alacakaranlık. Alacakaranlık gibi bir gölgen kalmış bende.
[Aynı mı yanıyor canımız? Kana kana ve de sessiz ağlıyorum bazen. Aynı mı ağlayışımız? Sen de şöyle bağıra bağıra, içinden geldiği gibi ağlayamadın mı? Gözünden yaş boşalırken, yüzün takallüs ederken… öylece sessiz… mi?.. Bir gölgen kalmış bende.]
[Büyük caddesinden geçerken şehrin, en eğreti hâliyle yüzüne vurur ikindi güneşi. Bu şehrin ikindisi, müthiş bir berbatlıkla vurur yüzüne. Caddeyi arşınlarken, öylece… Öylece vurur yüzüne.]
Bir gölgen kalmış bende, işte böyle sersefil. Ya da ben öylece sersefilken… Bir gölgen kalmış bende, ezber bozan… Ne diyeyim, belki de ezber olan…
[Önümde giden, gözlüğümü oynatıp güldürdüğüm bebek, “dede” diye el edip uzanıyor bana. Sakallarımı, minicik parmaklarıyla karıştırıyor. İncecik bir salya, büyük bir nimet gibi elime bulaşıyor. Özür diliyor onu kucağında taşıyan. O, incecik salya, burundan omzuma sinen sümük… Hayat bu işte. Özür kabul etmeyen hayat… Bu işte. ]
Bir gölgen kalmış bende. Tüm duvarlarımda. Her köşebendinde odanın. Uyanıp gördüğüm, uyurken rüyama sızan… Bir gölgen kalmış bende. Herkes yaşamıştır bunu; hani, duvarda bir karaltı olur da ona bir anlam yükler göz. İşte öyle… Bir gölgen kalmış bende…
Az biraz sen, hadi diyeyim, ben daha çok… Bir gölgen kalmış bende, içimde sızı olup, sızmış. Bir gölgen kalmış bende.
Bir gölgen kalmış bende. Azalan ben ve çok daha sen…