M. HALİSTİN KUKUL
İz'ân; baş/boyun eğme, kabûllenme, itâat, azim, itikat mânâlarına gelir. Bizdeki mânası, Arapçasındakinin aynı değildir ve bizde, zekâ, ferâset, anlayış karşılığındadır ki, onu, iz'ânlı/ferâsetli, iz'ânsız/farâsetsiz yâni anlayışlı, anlayışsız olarak kullanırız.
Bunun için; biraz akıl ve biraz da iz'ân, hem dünyamızı, hem de âhiretimizi ihyâ etmemizi sağlayacaktır..
Çok değil...Biraz!...
Hangi pencereden, hangi manzaraya bakıyorsanız onu görürsünüz. Durduğunuz yer ve temâşâ ettiğiniz manzara, hâdiseleri tespitte iki üst unsurdur.
Bu sebepledir ki,; bilhassa sosyal mes'elelerde hâdiseleri tahlil ederken, bu "pencere" ve "manzara" çok önemlidir. Bu ikisi, bizi, bir üslûba götürür. Üslûp; mizaç/huy/tabiat/karakter'dir.
Sükûnet kadar cevvâllik ve hareketlilik de insanın yapısında vardır. Ve bu ikisi de, onun hakkıdır. Ancak...
Şâyet, sükûnet uyuşukluk hâlini alırsa, orada bir gariplik vardır demektir. Aynı şekilde, cevvâllik veya hareketlilik, taşkınlık hâline bürünmeye başlamış ise, orada da aynı acâibliği dillendirmemiz gerekir.
İnsanlar, bu iki hâl arasında gidip gelmektedir. Aslolan, îtidâldir, temkindir.
Bunun için; akl-ı selîm sâhibi ve iz'ânlı olmak zorundayız.
"Yangına körükle gitmek" tâbiri, Türk milleti olarak bizim sıkça kullandığımız fakat yüzde yüz uyabildiğimiz bir tavır da olmamıştır.
Hazret-i Mevlâna, Mesnevî'de şöyle buyurmaktadır: "Bilgi, mal, mevkî ve hüküm, kötü yaradılışlı kişilerin elinde fitnedir. Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyânın eline kılıç vermeye benzer."
O hâlde, "bilgi"yi, "mal"ı, "mevkî"yi ve "hüküm"ü, niçin "fitne" unsuru yapıyoruz?
"Fitne"; cemiyeti, yıkan en büyük âfetlerden biri değil midir? Fitne; yangın'dır!..
Öyleyse!..
Yalan söz, uyduruk tahmin ve tahliller, riyâkârca yapılan isnatlar, kaba ve savruk lâflar kime ne kazandırmıştır ki, Türk milletinin bekâsının -maalesef- tartışılmaya başlandığı şu günlerde bize kazandırsın?
Yine, Hazret-i Mevlâna'nın sözüdür. Der ki; "Öfke ile istek insanı şaşı eder. Cânı doğruluktan ayırır. Garaz geldi mi hüner örtülür; gönülden yüzlere perde gelir de gözün önüne çekilir."
Türk milletinin huzura kavuşması, büyük Türk birliğinin tahakkuk etmesi için, sabırlı, îtidâlli, temkinli, akıllı ve iz'ânlı olmaya mecbûruz.
Kaldı ki; "İnsanlara güzellikle söz söyleyiniz" (Bakara, 83) âyet-i kerîmesi, bizim rehberimiz Kur'ân-ı Kerîm'de, Allahü teâlânın emridir.
Kâinatın Efendisi Şanlı Peygamberimiz ise: "Fâhiş, açık ve çirkin sözlerden kaçının! Zîrâ; Allahü teâlâ, çirkin sözleri ve fâhiş konuşmaları sevmez." buyurmaktadır.
Türk târih sosyolojisi, siyâseti de, ticâreti de, hitâbeti de, edebiyâtı da bu sistem üzerine inşâ etmiştir.
Ne yazık ki, bugün, Türkiye'de utanılacak ve korkulacak derecede, tehlikeli bir 'dil kirlenmesi' ve 'argolaşma' vardır. Sözler böyle olduğu gibi, maalesef, tavırlar da bu yönde ilerlemektedir.
Şâyet, bir mekânda, nezâket ve adâlet yok ise, vay hâlimize demekten gayri neyimiz kalıyor!..
Öfke, çoğu defa, kibirin tetiklemesinden meydana geliyor. Halbuki, kızgınlığın bedeli, kişiler arasındaki ferdî bağları zedelemekten çok, taraftarlar arasında, merhale merhale açılan dâireler hâlinde, kini besleyerek ve başkalarına da sirâyet ederek huzursuzluğun artmasına vesîle teşkîl etmektedir.
Yûnus Emre'nin: "Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini" demesi, bundandır.
Dostunu acımasızca zemmedenler , onları, başkaları karşısında küçük düşürme gayreti içinde bulunanlar, kendi kuyularını kazdıklarını niçin düşünmezler/düşünemezler?
Unutmayalım ki, selîm akla, iz'âna, îtidâle ve insâfa, her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır!..