BRİGHT STAR (2009)

Ahmet Ufuk Erkan

Yönetmen: Jane Campion
Oyuncular: Abbie Cornish, Ben Whishaw
IMDB: https://www.imdb.com/title/tt0810784/ 

1. gün: Filmin başında, kumaşa teğel atılan bir sahne var. Atılan ilmekleri görünce, nevrim dönüyor sebepsizce. Derimin derimle teğellendiği hissiyle bir sızı duyuyorum. Filmi kapatıyorum… 

2. gün: Tekrar açıyorum filmi. Bu sefer, odasına girdiği kişiye: “Mavi kadife giymelisiniz” diyor kızın biri. Film sürerken, ben, önerdiği kadife açık mavi mi, koyu mavi mi, bunu düşünürken buluyorum kendimi. Yine kapatıyorum. Büyük ihtimal, bu kadar yoğun düşünülecek ve düşündürecek bir film değil. Yine de ben, bunları düşünüyorum. Kapatıyorum filmi… 

3. gün: En nefret ettiğim çağ olduğu zannına kapılıyorum, film ilerlerken. Hani şu, güzel giysiler –yani onlarca/onlara göre güzel, bana kalsa, bir işe yaramaz kumaş yığını- uzun şapkalar, fırfırlar, korselerle zayıflatılmış bedenler, bombeli dursun diye eteğin altına gizlenmiş aparatlar… Karşılıklı kırıştırmalar, alt sınıfın üstten biriyle itiş kakışı… Yüze çarpılan eldiven. Düello için hani. Kırıtkan kılıç dövüşü, sonra biri serilir yere. Ya da sırt sırta verip, adım sayarak, ateşliyorlar silahlarını… Ekseri, Fransız filmlerinde görmüştüm bu sahneleri. Fransız Devrimi öncesini anlatan Fransız filmlerinde. Bu film, İngiltere’de(ve sanırım Hollanda’da)… Geçim derdi olmayan şairler dönemi. (Kafamda, üst sınıfa atlamak isteyen bir kızla ilgili senaryo canlandı. Büyük ihtimal, film ilerledikçe yanıldığımı anlayacağım. Ya da “anlamışım” diyeceğim. İşte, Avrupa’daki devrimler bu zibidiler yüzünden hâsıl oldu. Çamurla boğuşan alt tabaka, fırfırlı elbiseleriyle dans eden üst tabaka… Dedim ya, belki de filmin hiç alakası yok bu dediklerimle. Seyredip göreceğim. Seyretmeye cesaret bulabilirsem… Daha başında, bu kadar uyuz olmuşken, zor galiba. Boleyn Kızları’na da böyle uyuz olmuştum. Ha keza, daha çocukken, “Tek Mutlu Gün” adında,yani sanırım adı buydu, o filme de uyuz olmuştum. Bilmem kaçıncı Henri’nin eşinin tek mutlu gününü anlatıyordu. Aklımda kalan bu; kıl kapmıştım filme. Sinekli Bakkal’daki aşk yoktu onda. Bana, o yaşımda bile müthiş yabancı bir şeyler vardı filmde. Mahallemin kadınları gibi giyinmemişlerdi. Ki Türkan Şoray da benim mahallemden bir kadındı o zamanlar…)

4. gün –ilk saatler-: Aklım filmde, eve geliyorum. 

4. gün –ilk saatlerden sonraki saatler: Bizim ezgilerimiz, bu yüzden mi bu kadar yakıcı ve bize yakın? Bu yüzden mi acaba, onların, teklikle ilintili baleleri var ve bizim omuz omuza oynanan oyunlarımız; halaylarımız? (Anladınız. Filmi seyrediyorum) Onların, çıtkırıldım hoşlanışları, acep bu yüzden mi, bizim yakıcı, kıyıcı, karşılıksız da olabilen aşkımıza tekabül etmiyor/rast gelmiyor? Uzun havalarla, bozlaklarla Abdal düzeninde, deyişlerle… Ağıtlarla… Acep bu yüzden mi onların operalarına hiç benzemiyor? Bizim, “saraylı” sayılan müziğimiz bile acep bu yüzden mi bu kadar farklı ve bu kadar bize yakın? Modern denilen şiirimiz bile, mesnevilerden beslendiği için mi kalbimizin taa içinde?.. Boyut katmaktan korktuğumuzdan, minyatüre sığındığımız için mi bu denli güzel renkler bulduk? Korkuya “haşyet” dediğimiz için mi? Sanata, O’na giden yol diye baktığımızdan mı? Ya da O’ndan bize gelen yol diye baktığımızdan mı? Altı üstü bir film. Peki, beni buna benzer filmlerde rahatsız eden nedir? Yukardakilerin tümü mü? Büyük ihtimal, bu, aparatlı etekler çağında yaşasam, ordaki başıbozukların yaptığını yapardım. 

(Allah kahretsin. Teğelinden korktuğum kumaşa, gözyaşı da düşüyor. O genç şairin kardeşi Tom öldü. Kumaş sihirbazı kızımızın diktiği elbiseye –artık ne dikiyorsa- gözyaşı da düştü. Hadi gel, çık işin içinden bakalım…) 

—“Tüm gece boyunca bunu dikti…” Kızımızın küçük kız kardeşi böyle diyor genç şaire. Bir yastık kılıfı dikmiş. Bir ölüye dikilen yastık kılıfı… Bunca gün geçmese, filmi burada tekrar durdurmaya hazırım. Ölünün başının altına dikilmiş bir yastık kılıfını asla hayal edemiyorum… Tom’un, hayatta olmayan o adamın, şairin kardeşinin başına… Bir yastık kılıfı… Ruhum alazlanıyor ateşle… 

Bir tutam saçı, el yapımı, küçük bir zarfa koyuyor. Ben, ışığı açmadan, çakmak aleviyle, uyduruk kitaplığımdaki iki küçük plastik kaba bakıyorum. İçlerinde birer tutam saç olan, iki küçük plastik kutucuk… Birinde sarı, diğerinde kumral, parmak tutumluğu iki saç… Ellemiyorum. Oraya koyulduklarından beri üzerlerinde biriken toza hürmeten… 

Seyredin bence. Aşk, aşktır. Çağı mağı olmaz. Ve müthiş oynamışlar. Fire veren tek kişi yok. Hatta o sarman kedi bile, döktürmüş; yeminle…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.