Geçenlerde kızım Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan’ın bir yazısını yolladı bana, yazı tamda bizim aileyi tarif ettiğinden dikkatimi çekti. Gerçekten biz bu terbiye ile büyüdük ama üzülerek ifade etmek gerekirse Müslümanlar iktidar olunca bu samimi ve çok güzel özelliklerini kaybettiler. Keşke iktidar olmasaydık diyerek sizleri yazıyla baş başa bırakıyorum:
Bir sınıf okuması önerisi: Taşrada yerleşik dindar aileler
Aslında onlara bir “sınıf” denilebilir mi, bilmiyorum. İlgilisi “isimlendirmenin doğrusu şudur” derse düzeltmeye hazırım. Ancak derdimi anlatmak için “sınıf” benim açımdan doğru görünüyor.
Trabzon’da, Malatya’da, Çankırı’da, Tekirdağ’da, Kayseri’de, Bingöl’de çıkarlar karşınıza. Anadolu’nun her yerinde… Hemen hepsinin geçmişten getirdikleri yük de, bugün içinde bulundukları hikâye de aynıdır.
Kabaca 100 yıllık bir meseleden bahsediyoruz.
1940’lı yılların sonuna kadar “gizli saklı dini eğitim alan” bir adet aile büyüğü söz konusudur. Bu aile büyüğü, falanca efendinin yahut filanca hocanın etrafında, halkasında, dizinin dibinde bulunmuş, “Müslüman olmayı ve İslam kalmayı” her türlü gerçekliğin üzerine yerleştirmiştir.
Çocukları da öyledir ama bir farkla. Onlar bir yandan “esnaflık” derdine düşmüşlerdir. Bir yandan da bulundukları şehirde “İslami hizmet” alanının hem planlayıcısı hem sponsoru hem katılımcısı olmuşlardır. Nurculuk ve Süleymancılık gibi taşrada yaygın dini oluşumlara uzak değillerdir elbette ama tam olarak içlerine de girmemişlerdir. Zaten girenler, başka bir hikâyenin kahramanı haline geldikleri için, yazının konusu dışında kalırlar.
Aslında bu sınıfın “belirgin” hale gelmesini sağlayan “kırılma”, 1970’te Necmettin Erbakan’ın meydana inmesiyle gerçekleşmiştir. Şimdi Anadolu’da bahsettiğim bu ailelerin üçüncü kuşağının tamamının anlatacağı hikâyeler “ben gençken rahmetli Erbakan hoca bizim eve gelmişti” cümlesini içerir. Bu üçüncü kuşak arasında eğitim oranı da artmıştır. İmam hatip lisesinden mezun olmak neredeyse standart hale gelmiş, üniversite mezuniyet oranı da gözle görülür şekilde yükselmiştir.
Parti teşkilatlarını bu aileler kurmuş, seçim çalışmalarını bu aileler yürütmüştür. İçinde “son derece kötü bir arabayla berbat bir ses düzeneği olan” onlarca seçim hikâyesi dinlemişliğim vardır bu ailelerden. Erbakan’ın o anki partisi yüzde beş alırsa Türkiye’nin, yüzde 10 alırsa İslam dünyasının, hele iktidar olursa tüm kâinatın kurtulacağına dair sarsılmaz bir inanç geliştirmişlerdir.
Bu aileleri “sınıf” olarak tanımlayabileceğim asıl hususiyetlerinden biri de “devletle ilişki kurmamak” olmuştur. Ayakkabıcı, lokantacı, tuhafiyeci, mobilyacı vd. esnaf ya da küçük sanayi üreticileri olan bu aileler “devletin uzağında, Allah’a yakın” bir yaşam kurgulamışlar ya da böyle bir yaşam kurgusuna mahkûm edilmişlerdir. Hatta denebilir ki ikisi de doğrudur.
Bu ailelerin 4. kuşak çocukları kimi savrulmalar yaşamış olsalar da Anadolu’da hikâyeyi devam ettiren motor güç olduklarına şüphe yoktur. “Okumuş çocuklar” olarak memlekete dönüp “baba işini” sürdürenden, büyük şehirde kalıp “tutunanına” kadar hikâye genişlemiş olsa da iş hala “İslami hizmet” meselesine geldiğinde bu ailelerin uhdesindedir. “Mücadele” ve “dava” gibi altın kelimelerle bu aileleri halen “tavlamanız” mümkündür.
Elbette AK Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte bu yerleşik dindar ailelerin yönü de Erbakan’ın temsil ettiği Milli Görüş çizgisinden Erdoğan’ın temsil ettiği “muhafazakâr demokrasi” çizgisine doğru ilerlemiştir. Şunu unutmamak gerekir: Bu aileler öyle “muhafazakâr demokrasi” falan gibi alengirli meseleler bilmezler. Onlar açısından Türkiye’deki dindarların durumunu ve ümmetin maslahatını düşünen biri olarak Erdoğan vardır ve liderdir.
Bu ailelerin sistemle barışmalarını, giderek sistem içi hale gelmelerini sağlayan dönüşümün adı da Erdoğan iktidarıdır elbette.
Ama…
Son bir yıldır Anadolu’nun neresine gitsem ve bu ailelerin hangisiyle temas etsem aldığım cevaplar sürekli “ama” içeriyor; bir tedirginlikle, bir umut kırıklığıyla, bir “ne olduğunu anlamıyoruz” kalıbı ile sürüyor. Refleksleri gereği siyasi pozisyonlarında gram değişme sezemiyorsunuz ama bir kırgınlık, bir üzgünlük tonu hâkim seslerinde.
Bu aileler siyasetten “payın büyüğünü” istememişler hiçbir zaman ama “payın büyüğünü götüren” adamları tanımıyor olmak, hatta daha da kötüsü “çok iyi tanıyor olmak” bu aileler için bir soruna dönüşmüş. Şimdilik suskunluklarını “bir sihirli değnekle pek çok şeyin düzeleceğine” dair besledikleri güçlü umut temin ediyor.
Denebilir ki, hatta deniliyor ki “yahu zaten bir avuç insandan söz ediyorsun, bunlar ‘ama’ dese ne olur, demese ne olur?”
Doğrudur. Bir avuçturlar. Ama sırtlarında taşıdıkları yükün büyüklüğünü görseniz aklınızı kaçırırsınız. Zaten onları bir “sınıf” haline getiren şey de budur: Taşıdıkları yük.