Kendimi bildim bileli baskı ve zulüm altında tutulan, ezilen toplumlar bir kurtarıcının gelip onları kurtaracağını umut ederler. Fakat kimi ya da neyi beklediğini bilmeden beklemektedirler. Hep bir kurtarıcının geleceğine olan inanç toplumları bir düşünce çukuruna atmaktadır. Oysaki çözüm ayağa kalkıp yürümek ve koşmaktır. Yanlış yerde durup doğru kişiyi yada çözümü bulmak mümkün değil. Zaten hep böyle oldu, hep geç kaldık şu yeryüzünde. Hep geç kalktık çünkü.. Kâh sarıkamışta binlerce donduk kaldık. Kâh halepçede binlerce kez kimyasallaştık kaldık. Kâh hüzün dolusu gemilere liman olduk. O yüzden özgür olamaz ezilen toplumlar. Belki de bu düşündüklerim saçmalık, müslüman toplumlar kendileri ile yüzleşmekten korktukları için akılları ile kalpleri arasına vicdanlarının sızlamasını, akılların düşünmesini önlemek için bahanelerle ördükleri bir duvarın ardında esir olup kaldılar. Belki üşüyorum ve üşeniyorum. Doğru bildiklerimi yapamayacak kadar yorulmuş da olabilirim. Bir şey bilmiyorum. Bildiğim tek şey korkak ve kişiliksiz toplumlar asla özgür olamazlar. Bir kurtarıcının gelip bizi kurtaracağına olan inancın bir acziyet olduğudur.
Vahdete ulaşıp izzet içinde yaşamak ya da bölünüp parçalanıp zillete düşmek ve de cahiliyyeye avdet etmek. Bizim elimizde olsa hangisini seçeriz acaba? Elbette ki vahdeti ve izzeti seçeriz. İzzeti değil de zilleti seçmek için insanın aklını yitirmiş olması lazım. Ama baktığımızda çok akıllı olduğu sanılan nice insanların, nice milletlerin zillete düşüp bataklıkta yaşamak durumunda kaldıklarını görüyoruz. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu Allah'ın verdiği akıl nimetinin kullanılmadığı anlamına gelmektedir. İzzete neden olan vahdeti değil de zillete neden olan tefrikayi seçmenin ne manaya geldiğini tespit etmek için suriyeli bir kardeşimize kulak vermek gerekir.
Suriyeli bir kardeşimiz anlatıyor; biz Suriye'de yaşayan değişik ırk, mezhep ve inançlara mensup insanlar olarak birbirimize değer vermezdik. Birbirimize karşı ön yargılı yaşıyorduk, bir birimize karşı adeta düşmanca duygular taşıyorduk. Bunun sonucunda bir birimize karşı ayrımcılık yapmaya başladık. Sonunda aramızda mesafeler arttı. Şiiler iktidar oldukları için kimseyi beğenmiyorlardı. Sünniler çoğunluk oldukları için kimseyi beğenmiyorlardı, hiristiyanlar zengin oldukları için, kürtler başka bir şekilde beğenmiyorlardı, araplar başka, türkmenler başka bir nedenden dolayı başkalarını beğenmiyorlardı.
Kendi ülkemizde barış ve mutluluk içinde yaşarken herkes başkasını beğenmiyordu. Bir birine karşı saygısızca davranıp sosyal medyada küfür ve hakaret ile küçük düşürmenin peşindeydi. Herkes çok bildiğini zannediyordu. Herkes en namuslu, en dindar, en dürüst, en demokrat, en üstün benim diyordu. Her kesim birbirinden uzaklaşıyordu. Derken günün birinde durum değişti, düşman saldırıp hepimizi aynı yere savurdu. Şimdi Türkiye'de Gaziantep'te çöplüklerde birleştik. Çöp toplarken artık kimse kimseyle uğraşmıyor, tartışmıyor. Çöplüğe düşünce birleşmeyi öğrendik.
İşte suriyeli kardeşimizin çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi kardeşlik bilincini, ümmet bilincini kaybettiğimiz günden bu yana, küresel kâfirlerin estirdiği zulüm kasırgasının tam ortasında, bir o yana, bir bu yana savrulup duruyoruz. Esen rüzgarla birlikte sürüklenip duruyoruz. Bu durum aslında islami olarak tanımlanması mümkün olmayan bir durumdur. Müslüman toplumlar kendi iç dünyalarında zihinsel bir bütünlük sağlayamadıkları için binlerce parçaya bölünüp tefrika ateşinde kavrulup duruyorlar. İslam dünyası kendi içinde erimeye başlayıp başkalaşım yaşamaya başladığı günden bu yana, modern dünyayı yenilmez, aşılmaz bir güç olarak görmeye başlamıştır. Bunun sonunda varılacak yer; ya köle olmak, ya da çöplüklerde toplanmaktır.
İşte Suriye ve daha bir çok müslüman toplumun başına gelen bu felaketler bundandır. Sonuç olarak kendileri ifade ediyorlar ki bırakın özgür olmayı, insanca ölmeyi, karınlarını doyurmak için çöplüklerde toplanmaktan, baronların elinde ucuz iş gücü olmaktan başka çare bulamıyorlar.
Birlikte olmamak; ya bir milleti yok eder ya da köle olmaya mahkum eder.