(Dünden devam)
B.2. "Bediî Türkçülük"...Nereye ?..
"Türk" kelimesini kullanarak, ilk defa "bediî " (estetik) bir tavır orta koyan fikir adamımız Ziya Gökalp'tir. Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabında, buna, "Bediî Türkçülük" başlığıyla müstakil bir bölüm ayırmıştır. Bu başlık altında şu konular işlenmiştir: "Türklerde Bediî Zevk, Millî Vezin, Edebiyatımızın Tahris ve Tezhibi, Millî Musiki, Sair Sanatlarımız, Millî Zevk ve Tezhib Olunmuş Zevk."
Gökalp; "Türklerde Bediî Zevk" başlıklı bölümde şöyle diyor: "Eski Türklerde bediî zevk çok yüksektir. Turanda keşfedilen mermer heykeller, hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir." (22)
"Millî Vezin" başlıklı bölümde de şunları söyler: "Eski Türklerin vezni, hece vezni idi. Mahmut Kâşgarî lûgatindeki Türkçe şiirler, hep hece veznindedir. Sonraları, Çağatay ve Osmanlı şairleri taklit vasıtasiyle Acemlerden aruz veznini aldılar, Türkistan'da Nevâî, Anadolu'da Ahmet Paşa aruz veznini yükselttiler. Saraylar bu vezne kıymet veriyorlardı. Fakat, halk, aruz veznini bir türlü anlayamadı. Bu sebeple halk şairleri eski hece vezniyle şiirler söylemeye devam ettiler. Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece veznine sadık kaldılar. "(23)
"Edebiyatımızın Tahris ve Tezhibi" bölümünde ise, Gökalp, şu görüşe yer verir:
"Türkçülüğe göre, edebiyatımız yükselebilmek için, iki san'at müzesinde terbiye görmek mecburiyetindedir.
Bu müzelerden birisi halk edebiyatı, ikincisi garp edebiyatıdır. Türkçe şairler ve edibler, bir taraftan halkın bedialarını, diğer cihetten garbın şehkârlarını (şaheserlerini) model ittihaz etmelidirler. Türk edebiyatı bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne millî ne de mütekâmil bir mahiyet alamaz. Demek ki edebiyatımız bir taraftan halka doğru, diğer cihetten garba doğru, gitmek ıztırarında (mecbûriyetinde)dir.
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvelâ, masallar, fıkralar, efsaneler, menkibeler, üstûreler, saniyen darbımeseller, bilmeceler, salisen mâniler, koşmalar, destanlar, ilâhîler, râbian (dördüncü olarak) Dede Korkud kitabı, Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerde cenknâmeler, hamisen Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan ve Nasreddin Hoca gibi canlı edebiyatlar.
Edebiyatımız bu modellerden ne kadar çok feyiz alırsa o kadar çok tahris (hırslandırılmış) edilmiş olur.
Edebiyatımızın ikinci nevi modelleri de Homerle Virjilden başlayan bütün klâsiklerdir. Yeni başlayan bir millî edebiyat için en güzel örnekler klâsik edebiyatın bedialarıdır. (...) Son zamanda, Fransa'da, gençliğe mefkûrelere doğru yeni bir hamle vermek için, yeni klâsikler mektebinin teessüs etmesi de, klâsik edebiyatın bu terbiyevî rolünü ispat eden canlı bir delildir." (24)
Gökalp; "Millî Zevk ve Tezhib Olunmuş Zevk" başlıklı bölümde de şöyle der:
"Her millette güzellik telâkkisi başkadır. Bir milletin güzel gördüğü şeyleri, diğer millet çirkin görür. Bu surette, zevk'in millî olması lâzım gelir. Filhakika, her milletin, millî bir zevki vardır. Eğer, bir millet, millî zevkinden uzak düşmüşse, san'at sanasında da yaptığı şeyler, hep âdi taklitlerden ibâret kalır. Osmanlı şairleri musikileri buna misaldir. Çünkü onlar, millî zevki tamamiyle kaybetmişlerdi.Yazdıkları şeyler ya Acem taklitlerinden veyahut Fransız taklitlerinden ibaretti." (25)
Burada, şunu bilmek isteriz ki, "millî zevk" ten ne kastedilmektedir? Yâni, "millî zevk" nedir ki, ona sâhip çıkılsın ve "ondan uzak kalın"masın?
Gökalp, aynı yazısına şöyle devam eder: "Hakikî san'at, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı devrin bediî mefkûrelerini tasvire çalışmaktır. İşte Mikel Anj, Rafael gibi Rönesans san'atkârları bu noktaları düşünerek doğru yolu buldular: Hazreti Meryem'e Venüs'ün teknik güzelliğini verdiler. Hazreti İsa'ya da Apollon'un cismanî güzelliğini iade ettiler...
(...) Katolik kilisesi bu heykellerle resimler kabul ederek ibadethânelere bir müze şekli verdi. Halbuki Bizans'ın ve umum şarkın ortodoks kiliseleri, mukaddes tasvirlerini, Yunan - Lâtin modellerine benzemeğe çalışmadılar; Sâmilerden aldıkları kaba örneklere mübaşih bir surette tersimde devam ettiler. Bu sebeple, ortodoks milletlerin san'atı tezhibden mahrum kaldı.
Rönesanstan sonra, Avrupa'da her millet, bediî hayatının inkişafı ânında hep böyle hareket etti. Şekspir, Ruso, Göte gibi romantik dâhiler, hem hal terbiyesini almışlar, hem de eski Yunan - Lâtin tekniklerini temsil etmişlerdi. Bu sayede, her biri kendi milleti için, hem millî hem de mütekâmil bir edebiyat vücude getirdi. İşte, Türkçülüğün bediî programı da bu usullerin tatbikinden ibarettir. " (26)
San'atkârın vazîfesi "bediî mefkûreleri tasvire çalışmak" mıdır? "Bediî hayatın inkişafı" na verilen örneklerin hangisi, "Türkçülüğün bediî programı"na uygundur ve şâyet, "Türkçülüğün bediî programı bu usullerin tatbiki" ile gerçekleşecekse, bu da "taklit" değil midir. Bizim "millî bediî görüşümüz", garb'ın hangi bediî görüşü ile mutabıktır? Hıristiyanlık ile mi, kapitalizm ile mi, sosyalizm ile mi, ateizm ile mi, ekzistansiyalizm ile mi?
Gökalp; "bediî" kelimesini kullanmaktan başka, bize dâir, hiçbir "bediî bilgi" yi vermemiş, ileri sürmemüş ve muhakeme etmemiştir? Bize göre / bediî nedir? Bu ilim'de, Türk - İslâm kültürün ve fikir hayatının hangi usûlleri vardır? Söylenenlerde bunlarla ilgili hiçbir ipucu yoktur.
Ne yazık ki, bir ilim olarak estetik hakkında bir târif veya bir îzah bile yapılmamıştır.
(Devamı yarın)