Bugüne kadar, insanın yapısı îcâbı, şiir hakında çok değişik telâkkîler/görüşler/ anlayışlar ortaya çıkmış ve mektep/ekol/ edebî topluluk olarak vücût bulmuştur.
Hâliyle; şiirin, bu kişilerce veya topluluklarca sayısız tarifi yapılmıştır/ yapılmaktadır. Kleber Haedans bunlardan biridir ve şiir hakkında şöyle der: "Şiir tarif edilebilseydi yüz türlü değil, bir türlü tarifi olurdu."
Şiirdeki bu çok tariflilik, bir başka cepheden okunduğunda "şiirde tarifsizlik" hâlini alır ki, bu da şiirin ne derece çetin bir san'at olduğunu gösterir.
Elbette ki, şiir, güzel san'atlardan bir şubedir. Her güzel san'at gibi meşakkatlidir, zordur. Yerine göre zarîftir. Düşündürücüdür. Ürperticidir. Alıpgötürücüdür.
Şiir; başlıbaşına bir güzellikler manzûmesi, bir güzellikler lisânıdır. Âhengin, belirsizliğin, sırrın, derûnîliğin, ihtişâm ve sükûnun cezbedici, kuşatıcı ve sarsıcı terennümüdür.
Şiir; bir ilhâmla doğan, fakat, "kalb" ile "beynin", "madde" ile "mânânın", "sükûn"dan "cinnet"e doğru yol bulabilen, fikrî ve bediî bir telkîn vasıtası olma durumunda, en üst seviyeli bir muhakemenin netîcesidir.
O; kendindeki bediî yâni estetik hazzı, mertebe mertebe ifşâ ederken; insan da, onda, mânâdan ve âhenkten lezzet almanın zevk ve huzurunu yaşar/ yaşamalıdır.
Necip Fâzıl der ki: "İlk poetika fikircisi ( Aristo)ya göre şiir, eşya ve hâdiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise ( Valeri vesaire) kaba bir his âleti olmak yerine, girift bir idrâk cihazı...Baştakilere göre şiir, en basit ve umûmî temayül içinde zaptedilmek istenirken, sonunculara göre, fikrin, hususi ifade kalıpları içinde tahassüs edâsına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tarifleririn başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini kuran ulvî merkezden bir eser yoktur." ( Çile, b.d. yayını, İstanbul 2005, Sf. 472)
Ve devamla, şu netîceye varır: "Şiir, Allah'ı sır ve güzellik yolundan arama işidir." (Bknz: a,. g., e., Sf. 473).
Aristo'nun "mimesis" yâni "taklit"te bulduğu san'at anlayışıyla, bizim "vahiy"de bulduğumuz anlayış birbiriyle uyuşamaz ve kavuşamaz durumdadır. Zîrâ; ilhâm denilen kaabiliyet'i meziyet'i veya istidât'ı insana veren, "vahyin" sâhibidir.
Bizim bediî/estetik/ güzellik anlayışımızın temelini teşkil eden merkez, şu âyette kendini gösterir:
"Biz, insanı en güzel bir biçimde halk ettik( yarattık) " ( Et-tîn, 4, Tibyan Tefsiri, Ayıntabî Mehmed Efendi, C. IV, Sf.1276).
Ve yine, Peygamber Efendimiz'in bir hadîslerinde buyurdukları: "Gerçekten de Allah güzeldir, güzelliği sever. " mübârek sözü, bizim şiir anlayışımızın esasını teşkil eder.
Bu sebepten olacak ki, Sahîh-i Buhârî (veya Buhârî-i şerîf) de şöyle buyurulur: " Şi'ir lûgat i'tibâriyle bir şeyi zekâ ve fetânetle iyice anlamak ma'nâsınadır. Ve ilimden ehastır." ( Bknz: İmâm-ı Buhârî, Sahîh-i Buhârî, C. 12, Sf. 154)
"Bakınız, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de "şâirler" örnek verilerek bu konuda neler buyurulmaktadır: " Şâirler(in bazılarına gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide gerçekten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve daima yapamayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi? Bununla birlikte iman edip iyi iş (ve hareket) de bulunan (san'atkâr)lar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıktan sonra (eserleri ile) öclerini alanlar böyle değildir." ( Bknz. Eş-Şuara Sûresi, âyet: 224, 225, 226, 227) . Yani, yüce Kitabımıza göre " hasta ve sapık san'atkârlar" gibi, kendini Hakk'a adalete ve iyi iş ve eserlere adayan büyük san'atkârlar da vardır. Bunları, birbiri ile karıştırmamak gerekmektedir. Nitekim, şanlı Peygamberimiz gerçek san'atı ve san'atkârı, yeri gelince öğmüşlerdir. Şu güzel söz onlarındır: " Söz vardır ki, insanı büyüler ve şiir vardır ki hikmetin tâ kendisidir." ( Bknz: S. Ahmet Arvasî, Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi, İstanbul,1982, Sf. 130) .
Demek ki;
"Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre, iki türlü " şair" (veya sanatkâr) vardır. Birinci kategoriye girenleri, Allah'a ve Resûlü'ne gönülden hizmet edenler, ikinci kategoriye girenleri de "yalancı" ve "sapık" olanlarıdır. Birinciler," Allah'ı çok zikrederler" , "iyi işler yaparlar", "zulme kafa tutarlar" ve "mazlumların öcünü alırlar". İkinciler, "şeytana uyarlar", "yalan söylerler ve mübalağa yaparlar", " yapamayacakları işleri söylerler." (Bknz: Seyyid Ahmet Arvasî, İlm-i Hâl, Burak Yayınevi, İstanbul 197, Sf.231-232)
O hâlde; "güzel bir biçimde yaratılan insan", güzeli aramalıdır; hedefinde ve emelinde "güzellik aşkı" olmalı ve Süleyman Çelebi'nin Mevlîd'inde buyurduğu :
"Hak Teâlâ çün yarattı Âdem'i
Kıldı Âdem'le müzeyyen âlemi"
Mısrâlarındaki " teveccühe" lâyık olmalıdır.
"Âlem", onunla,"müzeyyen" kılınmış yâni " süslenmiş, donatılmış"tır. Onsuz, kâinatın ve mahlûkatın hiçbir hükmü yoktur. Bunu, ona bahşeden Yüce Allah'a ve O'nun da "Habibim!" diye hitabettiği Kâinat Efendisi'ne hürmet ve hizmeti, bir vazîfe olarak severek yerine getirmelidir.
Bundan dolayıdır ki; "en güzel biçimde yaratılan" insan; Mutlak Güzel olan Allah'a ulaşma cehdinde ve gayretinde olmalıdır. O yaratıcı olan Allah ki, "güzel"i ve "güzelliği sever"; O'na giden bütün yollar, insan tarafından keşfe çalışılmalıdır ki, burada şiir, "ehas" vasfıyla en üst mevkide yürüyen olmalıdır.
Burada, iki temel unsur birlikte zikredilebilir: güzellik ve sevgi!.. Elbette ki, edebiyatın temelindeki "edeb" de, "ahlâkîlik" unsuru olarak buna ilâve edilerek esasa ulaşılmalıdır. Zâten, "sevgi ve "ahlâk" olmayan yerde "güzellik"ten söz etmek de abestir.
İşte, şiir, bu temeller üzerinde, fikrin âhenkle güzel bir şekilde işleyişi olarak karşımızda boy gösterir. O; "dâimî arayış"tır. Durmaksızın, "buldum demeden", güzeli arayıştır, bu!
S. Ahmet Arvasî der ki: "İlim adamı, " duygularından arınarak" ve buz gibi bir akılla " doğruyu bulmak" isterken, sanatkâr, " duygularını incelterek ve yücelterek" aşk ve gönül yolu ile " kendi gerçeği" yâni " güzeli" ele geçirmek emelindedir. San'atkâra göre, "güzel olan, aynı zamanda doğru olandır". Çünkü, "çirkin olan" şeyde fazilet yoktur. Nitekim şanlı Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: " Doğruyu isteyenler, istesin güzellerden." ( N. F. Kısakürek, 101 Hadîs, 1951, Sf. 25)" ( S. Ahmet Arvasî,Diyalektiğimiz Ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi, İstanbul 1982, Sf. 187-188).
Netîce olarak diyebilirim ki; "hakikî aşk" ile " ilhâm ve aklın" mükemmel işbirliğinden harikulâde eserler meydana getirilebilir. Tabiî ki, iyi şâir, kelimeleri derinlemesine kullanır. Onları diziş, akıtış, sürükleyiş, eğip-büküş, dalgalandırış, "varlıklarını sezdirmeyecek derecede"dir.
Yâni; şâir, öyle bir "kıvrak kaleme" sâhiptir ki, yazdığı kelimelere apayrı birer "sır" yükler ve onları bir dizi hâlinde sunar. Herkes, anladığıyla ve hissettiğiyle heyecanlanır, düşünür. Şâirin bu kelimeleri, tek mânâya bağlı, tek mânâyla sınırlı değildir: Sır, buradadır.
Kelime, ne kendini sıkboğaz edip boğar, ne de okuyanı sıkıntıya sokar. Fakat, dolaştırır da dolaştırır: Kâh dindirir, kâh da yüzdürür!...Uçurur da uçurur!..
Dünyâda dolaşmak, gökyüzünde kanat çırpmak, ummânda kulaç atmak ve sükûnet içinde yaşamak tek arzumuz değil mi? Daha ne istiyoruz!..