Düşmanlığı kışkırtan melez bir aksiyon filmi

Los Angeles ile Paris arasında süren kaçırılma öyküsünü ele alan "96.Saat", her defasında filmlerini Amerikanlaştırma çabasındaki Luc Besson'un Fransız aksiyon filmlerinden ayrılarak sonunu kestiremediğiniz biçimde ilermesiyle sevindirirken altındaki yaba

96. Saat (Taken) filmi için başlarken, Liam Neeson hayranı olduğumu söyleyemem ancak her nasıl oluyorsa onun yer aldığı filmler beni kendine çekmeyi başarıyor diyeyim. Onun hayranları için söylemeye çalıştığım şey sanırım iletisini göndermiş oldu. Hayranlarının kaçırdığına üzüleceği bir yapımla karşımızda çünkü. Belki filmden sonra şunu düşünecek olabilirsiniz Liam Neeson neden böyle böyle bir filmde yer almış olabilir?.. Çünkü, bu soruyu ben de sordum ve yanıtını filmin senaryosunda buldum diyebilirim. Aslında film, aksiyon filmlerinin klişelerinin yanısıra Fransız mekan klişelerinin de eklenmesiyle öyküye yaslanmış durumda. Ancak senaryosunda kullanılan formüler teknikler o kadar başarılı ki; öykünün sıkıştığını duyumsamaya başladığınız anlarda uygulanan ani manevralar, sizi yeniden filme bağlıyor. Hareketliliği yine her zamanki gibi Fransız sokaklarındaki otomobil sahneleriyle kuruluyor diyebiliriz. Bu nedenle aksiyon heveslilerinin ve özellikle komplo teorilerine ilgi duyanların memnun ayrılacakları bir film. Elbette bir de Liam Neeson hayranları var elbette.

"Kontrolcü bir babanın tavizi başına dert açıyor"

96. Saat, Fransız yapımcı ve yönetmen Luc Besson'un yapımcılığını üstlendiği ve görmeye alışkın olduğumuz Fansız-Amerikan melezi bir film. Kızının genç kadınları satan bir çetece kaçırılışını cep telefonuyla öğrenen emekli CİA ajanı bir babanın kabusuna odaklanıyoruz. Kontrollü bir baba olarak kızıyla ilişkilerinin nanemolla olduğunu gördüğümüz ve aradaki duvarları yıkmak adına kıza tatil izni veren ajanın karşısına çıkan ilk sorunsa 17 yaşındaki kızının Los Angeles'ta değil de Paris'te kaçırıldığını öğrenmesi oluyor. Film bu andan itibaren bir kovalamacanın içine bizi de sokuyor. Emekli ajan, ipuçlarından yararlanarak, eski mesleğinin tüm bağlantılarını kullanarak kızını bulmaya çalışacaktır. Peki bu bağlatılar ya da eski bir ajan olmak işe yarayacak mıdır? Bir de filmimiz acaba "24" adlı TV dizisinin etkisinden kurtulabilecek midir? Çünkü aksiyon filmleri artık bu TV dizisindeki teknikleri kullanmayı adet haline getirmiş durumdalar.

"Yabancı düşmanlığını körüklüyor sanki"

Fransa'ya ayak bastıktan hemen sonra türlü mafyalarla görüşen emekli ajan baba Mills'in bu karelerdeki inandırıcılığı izleyici tatmin etmekten uzak. Bu da filmimizin handikapları arasına giriyor. Filmin handikaplarına geçmişken en önde gideni şu oluyor: Fransa, malumunuz olduğu üzere azınlıklarına karşı oldukça faşizan bir tutum içerisine girmiş durumda. Ülkede yaşayan Araplar, Türkler, Balkan ulusu halkları vd. ile arası pek iyi değil. Filmde de dikkati çeken nokta sanki bu durumu doğrulayan bir anlayışın sergilenir oluşu. Emekli ajan Mills'in ilişkiye girmek zorunda kaldığı mafyanın, kadın ticareti yapan örgütün Arnavut olması. Arapların da bu ilişkiye zengin sapkınlar olarak dahil olması. İşte bu iki kurgu neden bu tür azınlıklar, göçmenler üzerine kurulmuştur, sorununa zincirliyor sizi. Hazır Fransa'ya gitmişken neden bu mafya Fransızlardan oluşmuyor. İtalyanlardan oluşmuyor. Bunu filmin senaristliğini de üstlenen Luc Besson bilir olsa gerek.

"Avrupa sinemasının bozulmuş hali"

Aile değerlerine muhafazakar bir bakışla değinme gayretinde olan senaristimiz kendi toplumuyla ilgili başka filmlerde hiç de böyle yaklaşmamıştır diyebiliriz. "Taxi" film serisindeki aile yapıları örnektir buna. Yoksa Luc Besson yeni cumhurbaşkanlarıyla birlikte muhafazakarlaşarak bunu faşizanlığa da vardırmış olabilir mi dersiniz!.. Filmde düş kırıklığına yol açan en önemli sorun bu. Çocuklarınızı tek başına tatile yollamayın iletisi gibi bir çıkarım nasıl izah edilebilir!.. Yoksa Amerikayla her defasında ilişki kurmaya çalıştığını apaçık bellli eden Luc Besson'un, Avrupa piyasasından çok Amekan piyasasına iş yapma gayretinin bir yansıması mıdır!.. İşte 7.Sanatın Avrupa ayağını bozan bir tutum oluyor bu da. Amerikan ahlak yapısına seslenen bir tutum elbette. Sinemayı 7. sanat iye gösterip de sonra endüstrileşmeye kaymak dedikleri bu olsa gerek. Bu arada yazı bitmişken; "sahi bizim Recep İvedik hala oynuyor mu?" yalnızca meraktan soruyorum. Endişelenmek için hala erken! KATAVASYA

KÜLTÜR SANAT Haberleri