Hayatı sanatı ile iç içe geçmiş, empresyonizmin öncülerinden, kendinde uyanan duyguları önce tuvaline, tuvalinden de bizlere aktarmayı başarabilen bir sanatçı. Vincent Willem Van Gogh…
Hollanda’da, Groot Zundert köyünde doğdu. Kendinden başka 5 çocuğu daha olan yoksul bir ailenin üyesiydi. Bir köy papazı olan babası Vincent’in bir din adamı olmasını istemişti. Konuyla ilgili bazı denemeleri olmasına rağmen başaramadı. Ama Vincent kararlıydı. Resim yapmak istiyordu. Gördüğü her şeyin resmini yapmak… Varını yoğunu tuvallere, fırçalara, boyalara yatırıyordu. Eğitimler alıyordu. Bu arada aşık oldu. Reddedildi. Yoksulluğun, acının, mücadelenin içinde renkleri harmanlıyordu. Duygularını, düşüncelerini tuvalleri dışında aktarabildiği birisi daha vardı. Kardeşi Theo.
Babasının ölümünden kısa bir süre sonra Paris’e kardeşinin yanına yerleşti. Ünlü ressamlarla tanıştı. Ama Vincent farklıydı. Döneme ait değildi. Çizimleri, renkleri, ruhu farklı karşılanıyor, kabullenilmiyordu. Paris’te iki yüzü aşkın tablo yaptıktan sonra Fransa’ya yerleşme kararı aldı. Bir gece atölyesine gitti ve kulağını kesti. Bu dengesiz halleri akıl hastanesine yatırılmasına neden oldu. Tedavisi tamamlandıktan sonra o meşhur kulaksız portresini çizdi. Yoksulluğun verdiği acıya direnemiyordu. Başarılıydı ama onaylanmamak, dışlanmak Vincent’e iyi gelmiyordu. Yine resim yaptığı bir akşam kendini karnından vurdu. Theo yardım etmek istedi. Ama Vincent artık düşüncelerinin esiri olmuştu ve tedaviyi kabul etmedi. İki gün sonra kardeşine ‘’Bu sefalet asla bitmeyecek’’ diyerek yaşamına son verdi.
Günümüzde Van Gogh’un birçok çalışması en ünlü ve en pahalı eserler arasındadır. Değeri hayatına son verdikten sonra mı anlaşılmıştır ? Yoksa yaşasaydı da anlaşılacak mıdır? Bilinmez. Ancak burada ki en kıymetli bilgi sanıyorum ki düşüncelerimizin duygularımız üzerinde ne denli etkili olduğunu fark edebilmektir. Van Gogh’un acıları, sefaleti, idealleri, anlaşmazlıklarla dolu hayatı bir noktada perspektifini beslemiştir. İç dünyasında ki hüznü tuvaline aktarmayı başarmıştır lakin olumsuz düşüncelerinde ki istikrar ve düşüncelere olan inanç kendine zarar vermesine engel olamamıştır. Bu yazının amacı bakış açımızın, olayları ve durumları değerlendirmemiz konusunda ne denli önemli olduğunun farkına varabilmektir. Bazen bir olay karşısında ki gerçeklik olumlu ya da olumsuz olarak algılanabilir. Olumlu ya da olumsuz veriler birlikte de bulunabilir. Bu gayet normaldir. Fakat bir durum ya da resme olan bakış açımız olumludüşüncelerbarındırıyorsa bize sevinç, neşe, mutluluk, huzur gibi duygular eşlik ettirirken olumsuz düşünceler ise hüzün, üzüntü, öfke, gerginlik, umutsuzluk gibi olumsuz
duyguları açığa çıkarır. İşin hakikatinde her birimiz düşüncelerimizin esiriyizdir. Bu esaretin tehlikeli olmaya başladığı anlar ise aşırılıklardadır. Her iki duygu türünün de ( olumluolumsuz) aşırı yoğun şekilde kendini göstermesi artık yaşanılan olayları nesnel bir şekilde değerlendiremez hale getirir. Kaybedilen nesnellik bireyi umutsuzluğa, karamsarlığa iter. Gerçekçi düşünmek hayatı tüm yönleri ve alternatifleri ile görebilmeyi hedefler. Ancak olumsuz düşünceler öyle bir girdaptırki bireyi bu alternatifleri görememesi için içine çekmek ister. Olumsuz düşüncelerle baş etmek başlangıçta kolay gelmeyebilir. Tıpkı yürümeyi yeni öğrenmeye çalışan bir bebek gibi… Önce emeklemek, bazen destek alarak adım atmak gereklidir. Fakat bir süre sonra nasıl yürümek otomatik bir hale geliyorsa olumsuz düşüncelerin yerine daha gerçekçi ve yapıcı olanları görebilmek ve düşünebilmekte otomatik hale gelecektir. Olumsuz düşünceleri yakalamak, sorgulamak ve bunları gerçekliğe uygun hale getirebilmek, alternatifleri bulabilmek için zamana, istikrara ve bol bol pratiğe ihtiyacınız vardır.