Toplum olarak öyle enteresan bir hale gelmişiz ki anlatamam. Vatandaş olarak kredi kartlarıyla refah düzeyimiz çoğalmış ama biz bunun farkında olmadan kendi hakkımız buymuş gibi görmekteyiz. İş adamları bankalardan aldıkları kredilerle zevk-ü sefaya dalmışlar. Aldıkları paraları kendi paraları sanmışlar. Siyasetçiler partilerinin veya liderlerinin oyu ile makam sahibi olmuşlar ama kendi hakları sanıyorlar. Sizin anlayacağınız hiç kimse hakkına razı değil, haketmediği şeyleri kendi hakkıymış gibi kabullenip o minvalde sanal bir hayat yaşıyor. Angela Merkel görevi bırakırken öyle bir konuşma yaptı ki, ‘Almanya boşuna Almanya olmadı’ sözünün söylenmesine neden oldu. Yaptığı konuşmada; ‘Haysiyetimle devraldım, haysiyetimle devrediyorum. Bu zamana kadar Almanya’ya hizmet etmekten şeref duydum.’ dedi. Donanımlı ve dürüst, görev yaptığı süre zarfında ailesi ile ilgili tek kelime duymadığımız iş çıkışında market kasasında tavuk ve salatasının ücretini ödemek için sırada bekleyen, hiçbir alman modacının kıyafetine sponsor olmayan, Betty Barclay’in 79 euroluk ceketlerini tercih eden, yurtdışı gezilerinde tarifeli uçak kullanan, Alman halkına kendisine hükümet etme izni verdiği için teşekkür eden, dimdik bir siyasetçi. Bundan sonraki seçimlerde aday olmayacağını, Almanya’nın genç insanlar tarafından yönetilmeyi hakettiğini, kendisinin Başbakan olarak doğmadığını ifade ederek veda eden Hristiyan bir siyasetçi.
Biz ise onlar gibi tek dünya inancı olmayan, Dünya hayatının fani, ahiret hayatının baki hayat olduğuna inanan, makamların gelip geçici olduğunu söyleyen bir dinin mensupları olarak yaptığımıza bakın, bir de tek dünya inancı olan Hristiyan siyasetçinin yaptığına bakın. Merhum Akif boşuna “ Avrupaya gittim hallerini gördüm dinimiz gibi, ülkeme geldim halimizi gördüm Avrupalıların dinleri gibi” dememiş. Ak Parti sayesinde üç dönem Belediye Başkanlığı yapmış ve bir daha aday olmaları mümkün gözükmeyen siyasetçilere azıcık bir bakın ne demek istediğimi çok daha iyi anlamış olursunuz. Adamlar tek başlarına köylerinde muhtar seçilemezler ama Ak Parti sayesinde üç dönem Belediye Başkanlığı yapmışlar. O makamlar babalarından miras kamış gibi bırakıp gitmek istemiyorlar. Korkarım ki seçimlerden sonra bir kısmı tımarhanelere düşecek. Bu insanlar kişiliklerini makamlardan alan insanlar, makam gidince kişilikleri de gidiyor. Oysaki makama kişilik verecek kapasitede olsalar makamları gitse de kişilikleri kalıp toplumda itibarları olurdu ama ne gezer.
Şöyle geçmişe dönüp baktığımızda özlemini duyacağımız pek çok şey söylemek mümkün, bugün ekonomik bakımdan geçmişten çok daha iyi olduğumuzu söyleyebiliriz ancak gerek demokrasi bakımından gerekse ahlaki çöküntü bakımından geçmişi özleyeceğimiz çok şeyler olduğunu söylemek mümkün. Örnek verecek olursak eskiden mizah dergileri vardı. Gırgır, çizgi, v.s pek çok mizah dergileri vardı. Bu dergilerde ülkeyi yöneten Reis-i Cumhurundan Başbakanına, Bakanından Belediye Başkanına varıncaya dek her türlü siyasetçinin karikatürünü yaparlar kimse onları mahkemeye vermezdi. Bu karikatürlerin bir kısmı o kadar müstehcendi ki anlatamam. Merhum Demirel’in, Ecevit’in, Türkeş’in ve Erbakan’ın öyle enteresan karikatürlerini yaparlardı ki aklınız şaşardı ama hiç bir tanesi kalkıp o karikatürleri yapanları mahkemeye verme gereği duymadığı gibi, bazıları yapanları yanlarına çağırır tebrik ederdi. Hakeza merhum Özal da öyleydi, kendi karikatürünü ve taklidini yapan komedyenleri çağırır, kendi yanında kendi taklitlerini yaptırırdı.
Bugün basın camiasında o kadar enteresan bir baskı var ki anlatamam. En ufak bir eleştiriye kimsenin tahammülü yok, anında soluğu mahkemede aldıkları gibi Mahkemeler de cezayı verip geçiyorlar karşıya. Eleştirinin olmadığı toplumlarda demokrasiden söz edilemez, muhalefetin olmadığı ülkelerde despotluk olur, sanatçıların konuşamadığı bir ülkede serbest düşünceden bahsedilemez. Bir sanatçı bir siyasetçiyi eleştirmiş ise yaptığı eleştiride toplumu isyana teşvik etmedikçe, silahlı eyleme teşvik etmedikçe o sanatçıya bir şey denmemeli. Yok, ortada bir suç unsuru varsa, o zaman da olaya siyasetçiler değil Savcılıklar müdahale edip olayı kendi mecrasında çözmeleri gerekir. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse basın camiası olarak bugün o çok eleştirdiğimiz ‘milli şef’ dönemlerindeki baskı ve istibdat rejimlerine benzer bir durumda olduğumuzu söylersek abartmış olmayız. Basın camiası ekonomik olarak çok zor şartlarda görev yapmasına karşın yazarken, çizerken, haber yaparken öyle baskı altında oluyor ki aklınız şaşar. Kimse adam gibi yazamıyor, adam gibi yazınca soluğu mahkemede alıyorsunuz, Hâkimlerin şartları da öyle durumdaki siyasi iktidar istediğini istediği yere gönderme yetkisine sahip olunca onlara da bir şey söylemek mümkün olmuyor. Ben Ak Parti’de görev yapmış bir gazeteci olarak bu sıkıntıları çekiyorsam diğer insanların hali nasıl olduğunu siz düşünün, Allah sonumuzu hayreylesin diyerek sözlerime son veriyorum, Kalın sağlıcakla.