Emevi siyaseti, İslamiyet’in temel ilkelerine aykırı olarak, Arapların başka kavim ve topluluklara üstün olduğu düşüncesine dayanır. Bu siyasete göre; ‘Arap hükmetmek, geri kalan herkes ona hizmet etmek için yaratılmıştır’. Bu nedenle, ‘Araplar yalnızca yönetim ve siyaset işleriyle uğraşmalıdır’.
‘Köleleri, küfürden imana çıkaran’ onlardır, bu nedenle Türk, İranlı ya da başka Müslüman kavimler, kendilerini bu duruma yükselttiği için ‘Araplar’a sonsuz bir minnet duymalıdırlar’. ‘Kölenin görevi efendisine mutlak itaattır’. Arap olmayan Müslümanlar “künye (soy adı) alamazlar, künye almak yalnızca Araplar’ın hakkıdır”.(Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek soyadı almamışlar, soyadı ilk kez 1934 yılında çıkarılan 2525 sayılı yasayla alınmıştır.)
Emeviler; Arap olmayanların (mevali) arkasında namaz kılmaz, birlikte dolaşmaz, onlara ikinci sınıf insan ya da köle gözüyle bakardı. ‘Türkler’in mal ve canlarını kendilerine helaldi’. Ele geçirilen yerlerde, servete el koyma, Arapça’yı zorunlu kılma ve zora dayalı eritme (asimilasyon) Emevi tutumunun değişmez ilkesiydi. Arap olmayan anneden doğan prensler tahta çıkamaz, kadı (hakim) olamazdı.
Emeviler, Arap olmayan halklara o denli kötü davranmışlardı ki, değişik milletlerden Arap karşıtları, siyasi örgütler kurdular ve İslam tarihinde şuubiye adı verilen bu örgütler aracılığıyla, Emevilere karşı savaştılar. Şuubiye mücadelesi ve bu mücadeleye neden olan Emevi zulmü, daha sonra ortadan kalktı ancak olumsuz etkileri bugüne dek geldi.
‘Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu’ adlı kitabın yazarı Zeine N. Zeine, Arapların başka Müslüman halklara bakışı konusunda şunları söylemektedir: “İslam; Farslılar, Hintliler (ve Türkler) gibi Arap olmayan ulusların da dini haline gelince, Araplar hala Arapçılıkları konusunda bilinçli olmayı sürdürdüler ve kendilerini ‘müşteki’ uluslardan üstün gördüler. Arap Müslümanların ‘yabancı’ Müslümanlar’a, onları ‘inançsızlıktan kurtararak’ büyük bir lütufta bulunduklarına inanıyorlardı”.
Orta Asya’nın Güneybatısı’nda yer alan Toharistan ve Maveraünnehir bölgeleri, o dönemde yüksek bir uygarlık ve gönenç dönemi yaşıyordu. Çin, Hint, İran ve Bizans arasındaki ticaret, tümüyle bu bölgenin elindeydi. Yalnızca Buhara Hanlığı’nda 40 büyük kent, değişik büyüklükte 1000’den çok köy vardı. Semerkant, Baykent, Herat, Belh gibi kentler göz kamaştıran bir varsıllık içindeydi. Buhara’da kağıt fabrikaları, ipekli kumaş ve halı tezgahları, değerli taşlar ve maden işleyen atölyeler, durmadan çalışıyor ve yalnızca kendi bölgesine değil, çok uzak yerlere de mal gönderiyordu.
Çin belgelerine göre, Buhara ve Kusaniye’deki Türk evleri birer ‘sanat şahaseriydi’. Tusi tapınağındaki altın ve gümüş heykeller, pırlanta, zümrüt ve yakutla işlenen süs eşyaları, ‘benzersiz ve hayret vericiydi’. Maveraünnehir’de eğitim o denli gelişmişti ki, Suğdakların her köyünde bir okul vardı. Bilim, bilgelik ve kültür alanlarında, yalnızca çevre ülkeleri değil, Mısır ve Anadolu’ya dek, çok geniş bir bölgeyi etkileyen ve örnek alınan yapıtlar veriliyordu. 730 yılında diplomatik bir kurulla Tohoristan’dan Çin’e gönderilen Nanto adlı Türk bilim adamının beraberinde götürdüğü tıbbi malzeme ve ilaçları, Çin hekimleri o güne dek görmemişti.
8.Yüzyılın ortalarına dek süren yetmiş yıllık Emevi saldırısı, Türkler için, şiddet ve acıyla dolu kanlı bir dönemdir. Kent ve köyler yakılıp yıkılmış, servetler yağmalanmış, onbinlerce insan öldürülmüştü. Genç nüfus tutsak edilerek esir pazarlarında satılmıştı. Okullar kapatılmış, bilim adamları ya ölmüş ya da başka yerlere gitmişti. Arapça öğrenmek ve yazmak zorunlu kılınmıştı. (O dönemden sonra yapıtlarını Arapça yazmak zorunda kalan ünlü Türk bilimadamı ve düşünürler, bu nedenle hep Arap sayılmıştır.)