Ramazanın son haftasından itibaren dünya kamuoyunun gündeminde olan Kudüs konusuna farklı açıdan bakmak istiyorum. Neden böyle düşündüğüme gelince; olayları değerlendirirken öncesini sonrasını, arka planını ve tarihsel gelişimini irdelemek gerektiği kanaatindeyim. İşte bu nedenle önce Filistin Devletinin yerleştiği bölgenin tarihi gelişimine bakıp ondan sonra günümüzdeki olayları değerlendirmekte yarar görmekteyim. Kudüs’le ilgili en önemli arkeolojik kazılar 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlamıştır. Bu kazılara göre M.Ö. iki bin yılın başlarından itibaren Kudüs’te yaşam olduğu tahmin edilmektedir. Kudüs şehrinin ilk yaşayanlarının ise İsrailoğulları değil avcılar ve göçebe hayvancıları olduğu düşünülmektedir. Kudüs’le ilgili ilk malumatlar eski Mısır tabletlerinde geçmektedir, bu tabletler Firavun Sesostris dönemine ait olup, çömlek kaplar üzerinde yazılmışlardır. Kudüs’te ilk yerleşik hayat Hz Musa’nın Mısır’dan çıkıp Kudüs’e yerleşmesiyle başlar, Filistin topraklarına ise Hz. Musa’nın halefi Yuşa döneminde yerleşilmiştir. Yuşa Aleyhisselamın ardından Hz. Davut’un dönemi başlar. Hz. Davut’tan sonra oğlu Hz. Süleyman dönemi başlar. Hz. Süleyman'ın hem peygamber hem de kral olması nedeniyle krallığının dördüncü yılında babası Davut Aleyhisselamın vasiyeti üzerine bugünkü Mescid-i Aksa alanında tapınak yapar ve bugünkü adıyla Süleyman Tapınağı inşa edilmiş olur. Yahudi geleneğinde bu bölge Moriya Dağı olarak adlandırılır ve Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek için bu dağa geldiğine inanılır.
Bölgede M.Ö 608-6009 yıllarında putperestlik yeniden canlanmış, putperestliği seçen halk ilahi cezaya çarptırılmış ve Babil egemenliğine girmiştir. Babil Kralı Buhtunnasr mabedi yerle bir etmiş, değerli eşyaları yok etmiş, hazineleri de Babil’e götürmüştür. Bu döneme Birinci Mabed dönemi denmektedir. Daha sonra Pers İmparatoru Kyros, Babil Devletini yenerek Kudüs’ün hâkimi olmuştur. Bu tarihten müslümanların Kudüs’ü fethettiği döneme kadar Kudüs, yaklaşık olarak bin yıl Sami ırkının elinden çıkmış ve Hint- Avrupa ırkının eline geçmiştir. Pers İmparatorluğu, Mısır Devletinden gelecek saldırılara karşı daha önce bölgeden kovulan Yahudileri yeniden bölgeye getirmiş, bölgelerine dönen Yahudiler yıkılan Süleyman Mabedini yeniden inşa etmişlerdir. Bu dönemde çeşitli kralların yönettiği Kudüs’te yönetim Hristiyanların elindeydi. Uzun süre Romalıların yönettiği Kudüs’te, Yahudiler her türlü işkenceye tabi tutulmuş, yurtlarından kovulmuştur. Bu dönemde zaman zaman Perslerin kısa dönem hâkimiyetleri olsa da Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Kudüs fethedilinceye kadar Hristiyanların egemenliğinde kaldı. Hz. Ömer döneminde hicri 637’de fethedilen Kudüs, 1099 tarihine kadar 462 yıl Müslümanların hâkimiyetinde kalmıştır. 1098 tarihinde Haçlıların bölgeye gelmesi ile birlikte 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü haçlılar ele geçirmiş ve halk kılıçtan geçirilmiştir. Haçlıların bir asra yakın işgalleri boyunca Müslümanlar, aynı bugün çektikleri çileleri 1187 yılında Selahaddin Eyyübi tarafından fethedilinceye dek çekmişlerdi. Selahaddin Eyyübi’nin vefatından sonra sıkıntılı dönemler yaşansa da 1917 yılına kadar Eyyübi, Memlük ve Osmanlı idaresinde kalmıştır.
Bu tarihi gerçeklerden sonra gelelim günümüzde yaşananlara. Gerek Yahudi toplumu, gerekse Hristiyan toplumu girdikleri bölgede insanları acımadan öldüren, asla en ufak bir müsamaha göstermeyen, hasta, çocuk, kadın demeden kılıçtan geçiren bir toplum oldukları açık ve net ortada. Burada sürekli Yahudileri eleştirmek yerine tarihi gerçeklere bakıp, Osmanlı’nın son dönemlerinde misyonerlerin yaptığı tahribata neden izin verildiğinden tutun da devşirmelerden oluşan Osmanlı ordularında, yüzde doksanı dönme olan veziri azamlarına dek yapılan hataları konuşmanın daha isabetli olacağı kanaatindeyim. Bir de Şerif Hüseyin denilen şerefsizin Filistin halkını kandırıp İngilizlere ve Yahudilere nasıl peşkeş çektiğini konuşmanın daha mantıklı olacağı kanaatindeyim.
Şayet, “İnnemelmüminüne ihvetün” yani, ‘Müminler ancak kardeştirler’ ayet-i celilesi olmasaydı benden daha ırkçı şövenist birini göremezdiniz ama Rabbimiz kendisine iman edenler arasında dil, ırk, memleket farkı gözetmeksizin bizleri kardeş kıldığı için onlar bizim mümin kardeşlerimiz diyorum. Ama gerek bizim ecdadımızın gerekse onların ecdadının yaptıkları hataların bedellerini bugün Filistin’de yaşayan kardeşlerimizin ödediğini unutmayalım. Neticede şu da bir gerçek ki adamlar batıl olan inançlarına samimi bir şekilde bağlandıklarından güçlüler. Bizdeki sahtekârlar gibi sözde değil özde dindar olduklarını da unutmayalım. Tarihi gerçeklere bakıldığında adamlar batıl davalarının ve batıl inançlarının gereğini yapmaktalar. Bizler ise hak ve tek doğru olan dinimizi yaşamadıkça kimse sonuç beklemesin diyerek sözlerime son veriyorum. Kalın sağlıcakla.