Bugün sizlere Bayram’ın ilk günü kaybettiğim Babacığımın “Hayat Hikayesini” anlatmaya çalışacağım, onun hayat hikayesi hepimize ders olacak bir hayat hikayesi, yoksulluktan, sefillikten ve yetimlikten var oluş hikayesi onun hikayesi. Ülkemizin Cihan Harbinden çıkmasının ardından yoksullukla ve fakirlikle mücadele edilen dönemlere rast gelen 1937 yılında Dünyaya gelen Babacığım henüz bir yaşında iken Babasını kaybetmiş, bir ağabeyi, bir ablası ve anacığı ile Dünyaya teşrif etmiş. Merhum Dedem 1938 yılında hayatının baharında, henüz 26 yaşında iken yakalandığı hastalık nedeniyle vefat edince merhum Babaannem çok genç yaşta üç çocuğu ile dul kalmış. O dönemde herkesin tek gelir kaynağı Tarım ve Hayvancılık olduğundan merhum Babaannemin de gelir kaynağı Tarım ve Hayvancılık olmuş. Ancak ellerindeki arazilerin azlığı, verimsizliği ve Hükümetin topladığı vergiler nedeniyle yiyecek ekmek dahi bulmakta güçlük çeker hale gelmişler. Ahırlarında yavru yapmış bir İnekleri varmış ama Hükümetin topladığı vergiyi ödeyecek paraları olmadığından Köyün Muhtarı vergi yerine ahırdaki İnek ve yavrusunu alıp götürünce aç, susuz ve sefil kalmışlar.
Merhum Babaannem üç tane yetimini aç bırakmamak için öyle mücadeleler vermiş ki anlatmak mümkün değil, verimsiz olan arazilerini verimli hale getirebilmek için yamaç olan arazilerin aşağıya kayan toprağını sepetlerle arazilerin üst tarafına taşıdığına ben dahi şahit olmuştum. Orman olan arazileri ıslah edip üzerindeki ağaçları, dikenleri ve diğer zararlı bitkileri yok edip tarla haline getirip ekermiş. Hasan İzzettin Dinamo “Savaş ve Açlar” kitabında, Babanın Kurtuluş Savaşına gittikten sonra çocukların çektikleri anlatılıyor ya onlar hiç olmazsa mısır ekmeği yapacak mısır ununu bulup yemişler. Benim rahmetli Babaannem mısır ekmeği yapacak unu bulamayınca fındıkları kabuklarıyla beraber öğütüp, ekmek yapıp yemişler ve bağırsakları tıkanmış. Tam bir hafta büyük abdeste çıkamamışlar. Kitapta anlatıldığı gibi buğday ekmeği bulamadıkları için mısır ekmeğine talim etmemişler, tam aksine mısır ekmeği bulamadıkları için fındığı kabuğu ile birlikte öğütüp ekmek yapmak zorunda kalmışlar, bunları anlatmak kolay ama yaşamak gerçekten çok zor.
Babam henüz “on iki” yaşında gurbete çıkmak zorunda kalmış, ilk gurbetini İstanbul’da bir lokantada bulaşıkçı olarak yapmış, ancak bulaşıkçılık yaparak para kazanmanın mümkün olmadığını anlayınca, inşaatçı olmaya karar vermiş. İstanbul’da olan köylülerinizin yanında inşaat ustalığını öğrenen babacığım daha sonra ülkenin çeşitli yerlerinde inşaat ustalığı yapmaya başlar. Eskişehir SSK Hastanesi inşaatından İstanbul Ok Meydanı’nda bulunan bir hastanenin inşaatında “Ustabaşı” olarak çalışır. Ardından Askerlik görevini yapmak üzere Askere gider ve iki yıl Askerlik yapar. Askerde şoförlüğü öğrenen babacığım İstanbul’da yaptığı Askerliği esnasında Istranca dağlarından bölüğüne arabayla odun taşır. Askerlik görevini bitirdikten sonra parasızlıktan düğün yapma imkânı olmayınca annemi kaçırarak evlenirler. Annemle evlendikten hemen sonra yeniden gurbete çıkmak zorunda kalan babacığım birkaç yıl Türkiye’de gurbet yaptıktan sonra 1964 yılında Almanya’ya gurbete gider.
Babacığım Almanya’da gurbet yaparken Anneciğim de üç çocuğuyla birlikte köyde yaşam mücadelesi verir, verimsiz köy arazilerinde her türlü tarımsal faaliyeti yapmaya uğraşan anacığım üç tane çocuğu ve iki ineğiyle hayata tutunmaya çalışır. Bizim oralarda inek bakmak o kadar zor ki anlatamam. Araziler aşırı eğimli ve az, hayvanları otlatmak için lazım olan araziler evden yaklaşık iki kilometre uzaklıkta, hayvanları otlatmak için iki kilometre uzağa getirip otlatacaksınız, bir yandan da yiyecekleri otları yapıp eve dönüşte sırtınıza yüklenip hayvanlarla birlikte eve getireceksiniz. Aksi halde hayvanlarınıza akşam ot veremezsiziniz, ben de o hayvanların otlatılma işlerini epeyce yapmıştım. Bir de hayvanların kışlık yiyeceklerini temin etmek için kesilen otları taa iki kilometre uzaklıktaki dağda kurutup, önce yazın durduğumuz mezereye götüreceksiniz ardından da oradan alıp kışın durduğumuz köydeki eve taşıyacaksınız, kışın durduğumuz evle yazın durduğumuz evin arasındaki mesafe de tam “iki buçuk” kilometre. Yani hayvanların kışın yiyecekleri otları onlara tam “dört buçuk” km uzaklıktaki dağdan önce mezereye sonra köydeki eve getirmek zorundaydılar.
Bu meşakkatli işleri bilen Babacığım Almanya’da iken Dayımla birlikte beş arkadaş daha yanlarına bulup toplam yedi ortaklı bir İnşaat Firması kurarlar, önce İstanbul’da bir inşaat yaparlar, ardından Dayım firmayı Ankara’ya taşır ve Ankara’da inşaat yapmaya başlar. Bu arada ben ilkokula başladığım yıl olan 1969 yılında Anneciğimle birlikte Almanya’ya Babamın yanına gideriz. Anneciğim iki çocuğunu köyde merhum Babaannemin yanında bırakınca Almanya’da gece gündüz 24 saat onların hasretiyle ağlar. Babacığım hem anneciğimin göz yaşlarına dayanamaz hem de biz çocuklarına iyi bir eğitim vermek için Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yapma kararı verir ve Ankara’ya döneriz. Dayım Ankara’daki inşaatı babama devredip, kendi işi olan boya taşeronluğuna devam eder. Babam Etlikte bir tane, Keçiören’de de bir tane olmak üzere iki tane bina yapar. Ancak merhum Babaannemin köyden gelmek istememesi nedeniyle sırf ona yakın olmak için 1973 yılında Samsun’a taşınır.
Samsun’da İnşaat Müteahhitliğine devam eden Babacığım birkaç bina yaptıktan sonra Çarşamba’nın Eğercili köyünde 15 dönüm arazi alarak orada iki katlı bir ev yapar. Elindeki sermayenin büyük bir kısmını buraya yatırınca bu kez Ali Yıldız adında bir iş adamının yanında kalfalık yapmaya başlar. Gazetemizin olduğu bina, Halk Sağlığı binası, Sağlık Müdürlüğü ve Tekkeköy’de bulunan bir lisenin inşaatlarının Kalfalığını yapan babam daha sonra Ordu SSK Hastanesinin ikmal inşaatını yapar. 1980 ihtilalinde Ankara’da Ali Yıldız’ın yapmakta olduğu Askeri Lojman inşaatlarını yaparken İhtilal olunca iş hayatı sıkıntıya düşünce hepimiz Trabzon’a Ağabeyimin okumakta olduğu okul nedeniyle taşınmak zorunda kalırız. Ben o yıl İmam Hatip Lisesi son sınıf öğrencisiyken, ailevi sorunlarımız nedeniyle Ağabeyimin rahatsızlığından ötürü evlenmek zorunda kaldım.
Babam geçimimizi sağlamak üzere 1961 model Chevrolet marka bir dolmuş alarak Trabzon’da Meydan- Değirmendere hattında bir yıl dolmuşçuluk yapar. Ben de o arada İmam Hatip Lisesini bitirince sınavlara girip Bölge ikincisi oldum. Of Merkez Yeni Camii İmam Hatipliği sınavına girerek sınavı kazanıp İmam Hatip olarak tayin edildim. İmamlığımın ilk yılında orada çalışmakta iken Üniversite sınavlarına hazırlanıp ikinci yıl Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesini kazandım. Bir yıl boyunca hem Of’ta İmamlık yaptım hem de Erzurum’da okudum. Bunu nasıl başardın derseniz biz Camide iki İmam bir Müezzindik, benim görevim Cuma, Cumartesi, Pazar ve Pazartesi öğlene kadar devam ediyordu. Pazartesi öğlende otobüse binip Erzurum’a gidiyordum. Salı, Çarşamba, Perşembe okuldaydım. Perşembe akşamı otobüse binip Of’a gidiyordum, bu şekilde bir yıl hem okul hem imamlık devam etti. Ardından baktım ki bu işler Memurlukla yürümeyecek Babacığıma dedim ki; “baba biz elimizde avucumuzda ne varsa toparlayalım, yanımıza da birkaç ortak alıp tekrar asıl mesleğin olan İnşaat Müteahhitliğine başlayalım.” Merhum sağ olsun kırmadı beni. Elimizde avucumuzda ne varsa toparladık, hatta Demirciler yokuşunda bir Büromuz vardı onu da sattık, yanımıza da üç ortak alarak 1984 yılında tekrar İnşaat Müteahhitliğine başladık.
İlk inşaatımızı Ondokuz Mayıs Mahallesi Hürriyet sokakta yaptık, yani Site Camisinden Emniyet Müdürlüğü tarafında bulunan kısımda yapmıştık, ardından Babamın şu anda oturduğu binayı yaptık ve daha sonra zaman, zaman ara versek de zaman inşaat Müteahhitliğini ben devam ettirdim. Bu arada ben Eskişehir Anadolu Üniversitesini bitirdim, 1993 yılında askerliğimi yaptım ve hayat devam etti. Babacığım 2007 yılında Tiroit kanserine yakalandı, ilk operasyonunu Haluk Koç Hocanın desteğiyle Ankara’da oldu, ardından iki yıl sonra hastalık tekrar nüksedince, tekrar Ankara’da Hacettepe Üniversitesinde ameliyat oldu. Ancak zıkkım hastalık girdiği vücudu bırakmayınca, 2014 yılında tekrarladı ama bu kez ameliyat olma imkânı olmadı. Çünkü hastalık gırtlak kısmına kadar ilerlemişti, doktorlar ışın tedavisi öngörünce biz de ışın tedavisi yaptık.
Işın tedavisinin ardından yürümekte zorluk çeken Babacığıma bir hayli farklı tedaviler uygulayarak ayağa kaldırmayı başardık. Ancak bu kez zıkkım hastalık nefes borusunu tıkadı. Nisan ayının sekizinci günü Babacığımı tekrar ameliyat masasına yatırmak zorunda kaldık ve nefes borusunu açarak kanül taktırdık. Bu ameliyatın ardından düzeleceğini zannetmiştik ama maalesef yanılmışız, çünkü zıkkım hastalık artarak devam etti ve yemek borusuna kadar dayandı. Bu arada biz Anakaradan başlayarak OMÜ, Gazi Devlet, Samsun Eğitim ve Araştırma, Medical Park, Atasam Hastanelerinde arayışlarımızı sürdürdük. Ramazan Ayının üçüncü günü Babacığımı Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesine yatırdık, bu yıl Ramazan Ayını Eğitim ve Araştırma Hastanesinde geçirdim, Sahura dek nöbet bendeydi, daha sonra ailemizin diğer fertleri ve bakıcılarımız devreye giriyordu. Ramazan’ın on beşinde Babacığıma mideden yemek takviyesi yapmak üzere yeniden ameliyat masasına yatırdık ama oradan bir daha çıkamadı. On beş günlük yoğun bakım ünitesindeki bakımı ardından Bayramın ilk günü saat 14.40 da Babacığım ebedi aleme göç etti. Ertesi gün de Cenaze merasimini icra eyledik, bu sütunları yazarken de ne halde olduğumu siz düşünün.
Bu süreçte gerek hastane sürecinde gerekse Cenaze merasiminde bizlere desteklerini esirgemeyen tüm dost, akraba ve arkadaşlarıma sonsuz şükranlarımı sunuyorum, son on yıldır birçok dostumun cenazesine katılamamış olmama rağmen, hatta cenazenin Bayrama denk gelmesine rağmen, Büyük Camiinin bahçesini tıklım, tıklım dolduran dostlarımdan Rabbim Razı olsun, onları her iki cihanda aziz eylesin. Rabbim tüm göçmüşlerimize rahmeti ile muamele eylesin diyerek sözlerime son veriyorum, Allaha emanet olunuz. Kalın sağlıcakla.