M. HALİSTİN KUKUL
Diyânet İşleri Başkanlığı, 2017 yılı Kutlu Doğum Haftası Teması'nı "Hz. Peygamber ve Güven Toplumu" olarak tespit etti.
Zâten, Diyânet İşleri Başkanlığı'nın vazîfelerinin başında da, insanlar arasındaki güveni tesis etmek geliyor. Birbirlerini sevmeyen, saymayan ve birbirlerine itimat etmeyen insanlardan teşekkül eden bir topluluğa cemiyet demek de pek mümkün değildir.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in bir basın toplantısıyla açıkladığı hususların bâzılarına elbette ki katılıyorum. Ancak; bütün bu hususların, bugüne kadar -büyük çapta- tesis edilememesindeki sebeplerin de muhasebesini yapmak gerekir diye düşünüyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyânet İşleri Başkanlığı'nın sitesinde, 14. 04. 2017 tarihinde yer alan "2017 Yılı Kutlu Doğum Haftası Teması Hz. Peygamber ve Güven Toplumu" başlıklı beyanat şu cümlelerle başlıyor: "Milletimizi millet yapan ve milletimizin her ferdini bir araya getiren en büyük sevgi, Peygamber sevgisi, Peygamber sevdasıdır. Kutlu Doğum Haftasını, bu sevgiyi bilgiye ve bilince dönüştüren bir hafta olarak idrak ediyoruz.
Yurt dışındaki millet varlığımız için bu hafta onların kimliklerini pekiştiren, asimilasyonu önleyen var oldukları yerde barış içerisinde yaşadıklarını sağlayan bir haftaya dönüşmüştür.
Kutlu Doğum Haftası her sene bir bilgi, aydınlanma ve irfan ziyafetine dönüşmektedir. İkinci olarak, birliğimizi, beraberliğimizi pekiştirmekte, kardeşlik düşüncelerimizi, kardeşlik duygularımızı Muhammed Mustafa sevgisi etrafında pekiştirmektedir. Üçüncüsü ise, aynı zamanda bu hafta hem milletimiz için hem de kutlandığı bütün coğrafyalarda Müslüman kardeşlerimiz için manevi bir yenilenme haftasına düşünmüştür. "
Bir defa şunu ifade etmeliyim ki, Türkiye Cumhuriyeti Diyânet İşleri Başkanlığı adına kamuyu bilgilendirmeye mâtûf böyle bir beyanatta, sunduğum metinde ve devamında, bu "millet"in adına bir defa olsun yer verilmeyişi dikkatimi çekmiştir.
Eshâb-ı Kirâm'dan sonra, bu mukaddes dîne en büyük hizmeti yapan milletin adının söylenmemesi, gerçekten, dikkate değerdir. Çünkü, "Yurt dışındaki millet varlığımız" derken bile, buna îtinâ gösterilmektedir. Peki " yurt dışındaki millet varlığımız"ın "kimliklerini pekiştiren, asimilasyonu önleyen" nedir? Onlar yâni "yurt dışındaki millet varlığımız", hangi kimlikte(n)dirler ki, bu yolla kimlikleri pekişecektir?
Lâfı uzatmama gerek de yoktur. Zîrâ; 29 Temmuz 2016 tarihinde, Türkiye'nin bütün câmilerinde okunan Cuma Hutbesi'nde (on dört) ve 23 Aralık 2016 tarihinde okunan hutbede ise, tam (on iki) defa "millet" kelimesi kullanılmasına rağmen, bu milletin hangi millet olduğu söylenmemiştir. Bu durumu, (Bknz: M. Halistin Kukul, Bu Millet, www.kapsamhaber.com-04 Eylül 2016-13.52) târihli yazımda geniş olarak dile getirmiştim.
Türk kelimesini kullanmamanın, dînî, vicdânî, adlî ve örfî bir sınırlaması veya mahzûru mu vardır?
Birlik, kardeşlik, uyuşma, güven, sevgi, barış, hürmet, nezâket...kelimeleri çok güzel kelimelerdir. Hak, hukuk, adâlet, muhabbet, bağış...kelimeleri de öyle!..
Ancak; bunları, bâzı zamanlarda, bâzı sebeplere dayandırarak ileri sürmek değil, bunlara, birer hayat nizâmı olarak, câmi görevlilerinden başlamak üzere, câmi içlerinde, arzu edilen millî eğitim vasıtasıyla okullarda ve bilâhâre de sâir mekânlarda mutabakat sağlayıcı telkinlere yer verilmeli ve iknâ edici olunmalıdır.
İsrâftan bahsederken, hazırı yıkıp yerine daha pahalısıyla hizmet yapmak iknâ edici olmak değil, bundan soğutucu bir tasarruftur.
Câmi helâlarından ve abdesthânelerinden başlamak üzere, hoparlörlere kadar hangi tedbirler alınmıştır?
Bir câmiin içinde, minâresinde ve avlusundaki ağaç dallarında kaçar tane hoparlör bulunmaktadır, biliniyor mu? Bu âletten bu kadar miktarda bulunmasındaki zarûret nedir? Yine, bu âletteki ses ayarı düşünülmüş müdür? Bence, aslâ!..Ve...Bence, hayır!..
Çünkü; "Hoparlör" başlıklı (Bknz: Denge Gazetesi 18-19 Eylül 2016. Sf. 7-9 ve www.kapsamhaber. com-22 Eylül 2016-22.56) yazımda ifade ettiğim hususlar, Türkiye'nin hemen hemen bütün câmilerinde hâlâ devam etmektedir.
"Güven Toplumu" nasıl olacağız?
Câmi avlularında siyâsî beyanatların verilmesi de "Güven Toplumu" olmanın bir icâbı olabilir mi?
18 Mayıs 2012'de (Samsun) Olay Gazetesi'nin 2. sayfasında yayınlanan 'Câmilerimiz' başlıklı yazımda ifade ettiğim gibi, câmi içleri sıralarla, oturaklarla, sandalyelerle doludur. Buna, hâlâ tedbir alınmamıştır. İmam ile hiçbir irtibatı olmayan-bilhassa alt katlarda- cemaatle namaz kılmak uygun olmadığı hâlde, en azından "imamı görenin görülmesi gerektiği" hususu da nazara alınmadan, bâzı yerlerde yapılan icrâât hâlâ devam etmektedir.
Minâreler ise, sâdece birer süsten ibârettir. Zîrâ; elektriğin kesildiği zamanlarda bile, hiçbir minâreden ezân sesinin gelmemesi de bunun işâretidir. Şerefe'ye konulan birkaç hoparlörün seslerinin birbirlerine karışarak hiçbir şey anlaşılmaması bir yana, seslerin (80) desibelin üzerinde oluşu da hayli rahatsız edici olmaktadır. Bu durum, merkezden okunsa da, ayrı ayrı câmilerden okunsa da, hiçbir şey fark etmemektedir. Peki, buna çâre bulunmuş mudur? Hayır!..
Ne yazık ki, bu da, "Efendim, bak, şu zât-ı muhterem ezândan rahatsızlık duyuyormuş!" gibi, gayet tuhaf, aşağılayıcı ve iftiraya yol açan sözlere vesîle teşkil etmektedir. Buna, niçin sebebiyet verilmektedir, anlamak mümkün değildir!
Prof. Dr. Mehmet Görmez, beyanatının bir yerinde de şöyle demektedir: "İslâm coğrafyasında güven kaybolmuştur."
Mübârek dînimiz, kendi maksadının dışında tahlile ve tatbikata kalkışılırsa, bunun tehlikesinin çok vahîm neticeleri olacağı, aynı zamanda, dînimizin bize bildirdiği hükümlerdendir.
Ayrıca; bu hâl, gayet tabiî bir şekilde, menfî sosyolojik netîceli bir hakîkat olarak da karşımıza çıkar. Peki; bu hâlin müsebbibi kim veya kimlerdir? Yâni, "Niçin kaybolmuştur?" sorusunun cevabı araştırılmış mıdır? Âfâkî ifadeler, bizim işimiz olmamalı, değil mi?
Prof. Dr. Görmez'in ifade ettiği -hâşâ- "toplumu Allah'la aldatarak" beyanını da yanlış ve tehlikeli görürüz. Bu; "Allahü teâlânın ism-i şerîfi" istismar edilerek aldatma olarak düzeltilmelidir. Bilinmelidir ki, dil yâni lisan da, Yüce ve Mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de korumamız ve geliştirmemiz gereken ve millet olma şuûrunu tesis ederek birliğimizi sağlayan en mühim unsur ve vasıtaların başında gelir. Bu bakımdan, Türkçe hassasiyetini de çok önemli addederiz.
Kaldı ki, bu istismarı yapanların kimler olduğunu öğrenmek ve bunlara karşı hangi tedbirlerin alındığını da bilmek hakkımızdır.
Dîğer taraftan; sözü edilen, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda "güven kaybol"masının sebepleri araştırılmış mıdır? Araştırılmamış ise, niçin? Şâyet araştırıldı ise, sebep ve netîceleri nelerdir, paylaşılması gerekmez mi?
Yine, son zamanların muhabbetli (!) kelimeleri olan "Ensâr-Muhâcir" tâbirleri de, aslî hüviyetlerini aşan değil, terkeden hâllere büründürülmüştür. Bunlara dâir Diyânet selâhiyetlilerinin hiçbir beyanını duymadım. Câmilerde -neredeyse her vakitte- "Ensâr-Muhâcir" lâfı edilmekte ve bu da sâdece Suriye'den göç edenler için kullanılmaktadır.
Meselâ; bir okulumuzda, "Muhacir Kardeşlerimizle Bir Öğünümüzü Paylaşıyoruz" buluşmasındaki dînî ve kültürel tahribatı sezebiliyor musunuz?
Ve yazı şöyle devam ediyor: "Kan ağlayan İslam beldelerinden eman gördükleri ülkemize sığınan Muhacir din kardeşlerimize Ensar olma görevinin yerine getirilmeye çalışıldığı programa.....müdürleri, çok sayıda veli, öğrenci ve muhacir katıldı." (Bknz: Samsun/ Denge Gazetesi, 23 Nisan 2017, Sf. 10)
"İslam beldelerinden" gelen bunca "Muhacir"e "Ensar" olanlar...Nasıl iş???
Demek ki, Kâinatın Efendisi Şanlı Peygamberimizin zamanından bugüne, bunca insan -Muhâcir ve Ensâr- intikal etmiş ve hâlâ da yaşıyorlar, öyle mi?
Bilinmelidir ki, "Ensâr" ve "Muhâcîr", sâdece o dönemin şanlı mübârek insanlarıdır. Mânâ, 'hususî'dir. 'Zât'a mahsûs'tur. Ne önüne gelene her yardım edene "ensâr" ve ne de her göç edene, bu mânâda "muhâcir" denilir.
Tekrar edelim: "Ensâr: Peygamber Efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicretinden sonra, Resûlullah Efendimize ve Mekke'den gelen Müslümanlara yakın alâka gösterip, malları, mülkleri, bedenleri ve diğer varlıkları ile yardım eden Medîneli Müslümanlar"dır.( Bknz: Türkiye Gazetesi Dînî Terimler Sözlüğü, Cilt: 1 Sf. 106)
"Muhâcir ise; Resûlullah Efendimizin Eshâbından, Mekke feth edilmeden önce Mekke'den göç edenler"dir. (a.,g.,e., Cilt: 2, Sf. 32)
Senelerden beri Hazret-i Mevlâna'yı istismar ederek, O'na, olması gerekenin dışında gün tertip edenler, şimdilerde de, Peygamber Efendimiz için benzer merasimler düzenliyorlar. Hattâ; ne yazık ki, bunların, zaman zaman siyâsîlerin de boy gösterdiği, birer atışma mekânı olduğu da olmuştur.
Bu hususta, Türkiye Gazetesi'nin 21 Nisan 2017 târihli nüshasının birinci sayfasından bir karşı duruş örneği haberi sunarak, selâhiyetlilerin, buna dâir ne gibi tedbirlerin alıdığını da öğrenmek isterim:
"Kutlu Doğum Konseri-Semazen gösterileri...Buz hokeyi, futbol, badminton turnuvası...Kur'ân-ı kerîm şeklinde pastalar. Bunların hangisinin Peygamberimizi anmakla ilgisi var?"
Yine, aynı sayfada şöyle çarpıcı bir not daha var: "Bunun adı ibâdet mi eğlence mi komedi mi?
Kutlu Doğum Haftası Badminton turnuvası özeldi..."
Diyânet İşleri Başkanlığı'nın, ilk önce, her câmi önünde, neredeyse her vakitte, para toplanan naylon sepetleri kaldırmasını; bilâhare, hemen hemen her yaştaki kadın-erkek -tabiî ki, çocuk- Suriyeli dilenciler için, kiminle alacaksa, tedbir almasını; ve son olarak da, en az bizim asgarî ücretliler kadar maaş alarak sokak sokak dolanan Suriyelilerin kendi memleketlerine gidip vatanlarını işgal edenlere karşı savaşmaları için, gerekli makamlara tekliflerde bulunmasını tavsiye ederim.
Yanlış anlaşılmasın; elbette ki, bizim, Müslüman Türk milleti olarak, mağdurlara ve bilhassa mağdur ve mazlûm dindaşlarımıza yardım etme hasletimiz olduğu gibi, mecbûriyetimiz de vardır. Ancak, mes'elenin, bu olmadığı da bilinmelidir.
"Güven Toplumu" olma, lâfla olmaz. Hakîkati görmek ve bunun gereğini icrâ etmekle ve en başta da "adâlet" ile olur!..Ne yazık ki, bu safhada değiliz!..