Bir Bodrum filmi. İki kez, Şakir Kabaağaçlı konuşuyor, meşhur Halikarnas Balıkçısı...
Dillerdeki laflar ne benzer böyle. Gari… Kütahya’da da böyledir, Çorum’da da. Gari, heri… Ben filmi izlerken, belki de o mandalin, portakal hikayesinden, Mersin’i hatırlıyorum. Heri lafı, Maraş’ta da söylenir. Neresi Ege, neresi Akdeniz? Sözler dağılmış gitmiş işte.
Silme limon kokusu. Bodrum’u görmemişim, yeni fark ettim. Lakin her yerini gördüm ülkemin deyip duruyorum. O bahçeleri görünce Mersin’i hatırlıyorum. Size, enikonu film yazısı yazamıyorum. Seyrettiğim bende ne bırakırsa o…
Kaç yıl önceydi? Mersin’e gittik, Erdemli’de uyuduk. Nevşehir’de konakladık; Kerim’in evinde. O zaman minik elli bir kızdı daha çocuğu… Ali Korkmaz yanımızda. Hüseyin ve Mehmet Zer. Bu şehrin yeteri kadar tanımadığı dostumun-Ali Korkmaz’ı kast ediyorum- o şehirde, özellikle Erdemli’de nasıl tanındığını gördüm ben. Tantuni yedim, sizin yediğinize benzemez. Bol bol portakal suyu… Her gittiğimiz yerde, Ali’nin sayesinde ikrama gark olduk.
Yol üstünde bir eve konuk olduk. Bizim alışık olmadığımız yemekler. Bir de en zoru, hani siz yıllar sonra duydunuz haberlerde, şu kavgalar. O zamanlar, bilenmişlerdi. Evinde misafir olduğumuz ağabeyin oğlu, iki Kürt’ü rahatsız etmişti o zaman. Yani kendi yaşında, kendi okulunda. Sizler yıllar sonra duydunuz. Polislerle top oynayanlar, polislere taş atanlar… Mersin, daha o yıllarda karmakarışıktı.
Yol üstünde bir eve konuk olduk. Telefonlarımız çalıyor sürekli. Biz Mehmet ağabeyle hızlı bir tavla partisindeyiz. Tam beni yenecek, acındırıyorum kendime, kapıyı almıyor. Sonra ben yeniyorum onu. O eve gidiyoruz. Yemekler alışık olduğumuz gibi değil. Fakat ordaki sevgi, hep gördüğümüz sevgi. İnce lavaş içinde, asla ne olduğunu hâlâ anlamadığımız bir şey. Çiğ köfte olabilir; ya da başka bir şey. Her neyse ney. Lakin müthiş lezzetli. Eli lezzetli bir yenge, ortada genç kız gibi gezerek, bize türlü çeşit yemek sunuyor. Öyle bir sevgiyle ki, tabağımıza zehir koysa yiyeceğiz.
Ali’ye bakıyorum. Her zamanki heyecanlı, aynı adam. Misafir olduğumuz ağabey kararlı. Bizi kesinlikle limon ve portakalla gönderecek. Yemin alıyor bizden, sözleşiyoruz, yarın, o ne kadar limon getirirse götüreceğiz.
Yol üstünde bir eve konuk olduk. Ses ederek arabalar geçiyor. Biliyorum, bu film Bodrum’u anlatıyor. Lakin bilemezsiniz, o kadar yakınki anlattıklarıma. Bilemezsiniz…O evin balkonunda neler hissettim, sadece ben biliyorum. O evin balkonunda, sadece yaşanırdı, tüm balkonlara inat. İçerde bir kadın, dönenip duruyor, elinde lavaşlar… O balkonda sadece yaşanırdı, tüm balkonlara inat.
Biz, hani unutur zannediyoruz. O unutmamış. Çuval çuval limon. Bir de Hüseyin ağabeyin aldığı fidanlar. Nasıl yerleşecek? Ali Korkmaz, tüm maharetiyle yerleştiriyor arabaya. Arka koltuktayım. Tam yanıma düşmüş çuval çuval limon. Biz unutmuşuz, lakin bizi seven o adam unutmamış. Hatta bir çuval limon kalıyor elinde. Alınıyor… İkna ediyor Ali. O, bizden yemin alıyor; limonlar bitince söyleyeceğiz. O, yine bize limon gönderecek.
Nasıl yolcu edildik, ben biliyorum. Yol üstünde, Mersin’in neresiydi bilmem, konuk olduk bir eve. Nazenin bir abla dönenip durdu, elinde lavaşlarla… Tadı hâlâ damağımda, lakin hâlâ bilmem ne yemeğiydi, tadı hâlâ damağımda…
Samsun’a geliyoruz. Hüseyin ağabeyin yazlığına boşaltıyoruz fidanları. Ve de çuval çuval limonu. Yol üstündeki ağabeye gülüyoruz. “Nasıl kurtulduk. Yoksa kaç çuval limon daha verirdi, Allah bilir” diyoruz. Arabanın arkasından, tüm fidanları çıkartıyoruz. Limonların çoğunu bana kakalıyorlar. Ben zaten, daha yolda, çoğunu yedim onların. Evet, evet, o limonları yedim. İşte uzun macera. Yozgat’a gidecekken, Sorgun’da alıyoruz soluğu. Uzun hikâye. Şimdi, niye Yozgat dedim, niye Sorgun dedim, ben biliyorum.
Bir Bodrum filmi bu. Şakir Kabaağaçlı konuşuyor filmin içinde. Ve biz, yol üstünde bir eve konuk olduk. İçerde melekten bir kadın, döneşip durdu, lavaşlar elinde…
Yol üstünde bir eve konuk olduk. O evin balkonunda, hiçbir balkona benzemeyen o balkonda, yoldan geçen araçlara bakıyorum. Hiçbir balkonda hissetmediklerimle… Hâlâ oradayım.
Not: Kız çocuklarına miras bırakılmadığı zamanlarda, o zamana göre en iyi yerler erkek çocuğa bırakılmış. Hani limonluk, portakallık falan. Lakin sonra devran değişmiş. Kızlara bırakılan bataklık araziler değerlenmiş. İşte, bataklığa oteller konduran bir enişteyle, kayınbiraderi arasındaki mücadele. Komik. Bir o kadar çarpıcı. Seyredin derim. Gerçi, neyi seyredin dedim de seyrettiniz ki?
Ve ikram edilen yemek de humusmuş; daha sonra ne kadar tatsam da asla o lezzeti bulamadım.