Değerli kardeşlerim,
İslam dininde, diğer pek çok inançta olduğu gibi ibadet yapmayla ilgili emirler yer almaktadır. Bunların ilâhî emirlerde neden yer aldığı genellikle sorgulanmadan ibadetler yapılmaya çalışılır. Bilinçli olmak ve asıl isteği görerek veya bilerek görevleri yapmak, insanları daha çok mutlu edecek, yaptığı işten zevk alarak onu yapmalarını sağlayacaktır.
Genellikle pek çok görev bir yük olarak algılanır ve öylece yerine getirilmeye çalışılır. İnsandan insana yönelik isteklerin bu anlamda yerine getirilmesinde hiç şüphe yok ki emir gerçekleşirse maksat da hasıl olur ve sorun kalmayabilir. İnsan zorunlu olarak neyi yapacaksa istemese de zamanında onu yerine getirir; görevini yapan insan muamelesini görür ve karşılığını da olumlu anlamda hak etmiş olur. Dünyevî olarak elbette işleri gönülden ve severek yerine getirmek verimliliği daha da arttırır; ancak kişi işini sevmiyorsa da gereğini tam anlamıyla yerine getiriyorsa iş şeklen tamamlanmış sayılır ve insanlar sen bunu isteyerek yapmadın diye kimseyi suçlayamaz; onun hakkını yiyemez; görevini yapmamış muamelesine tabi tutamaz.
İbadetlerde ise durum kesinlikle böyle değildir. İlâhî bir emrin gereğini yerine getiren kişi o işi sevmeli, isteyerek yerine getirmeli, gönülden gelen bir huzur ve arzuyla söz konusu hareketi şekillendirmelidir. Çünkü İslâm inancına göre bir eylemin ibadet adını alması onun Allah"a inanarak ve sadece O"nun rızasını gözeterek yapılmasına bağlıdır. Çünkü dinde bir görevin başlama yeri gönüldür. Gönülden yapılmayan bir iş ibadet adıyla anılamaz. İbadet âdet değildir. Âdete dönüşen şey ibadet adını kaybeder.
Yüce Allah insanların yaptığı eylemlerde belirleyici hususun kalb olduğunu ilan ederek şöyle buyurmaktadır: Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Ancak kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar (Bakara 2/225). Benzer bir ifade de Mâide sûresinin 89. âyetinde yer almaktadır. Âyetteki ifadeye göre belirleyici yer insan kalbidir; yani bir işin yapılma niyetidir. Yemin eğer sadece kelimelerden ibaret sayılsaydı, kalbin onayı olsa da olmasa da insanın sorumlu tutulması gerekirdi. Oysa Yüce Allah burada dikkate alınacak asıl belirleyici unsurun gönül olduğunu ifade etmektedir.
İnsanların gönüllerindekilerle davranışları bir olmalıdır. Ben filanca işi yapmıyorum, ama benim kalbim çok temiz, sen kalbime bak tekerlemesinin de dinde hiçbir anlamı yoktur. Çünkü din sadece inançtan ibaret değildir; inançla yapılacak ibadetler de dinin ayrılmaz diğer yarısıdır. Nasıl ki içi temiz olan bir kabın dışına da o temiz şey çıkarsa veya kabın içinde ne varsa dışına da ancak o çıkarsa davranışlarda da durum aynıdır. İçi veya kalbi temiz olan insan o temiz kalbe göre güzel davranışlar ortaya koymak zorundadır. Temiz kalp dışarıya kötülük çıkarmaz. Eğer kişi kötü işler yapıyorsa düzeltmeye de önce kalbinden başlamalıdır. Çünkü kalpteki en küçük sapma davranışlarda kilometrelerce yanlışlığa dönüşebilmektedir. Bu nedenle kalbin saf ve doğru bir niyete sahip kılınması çok büyük önem arz etmektedir.
İmanın başlama yeri kalptir. Kalbinde iman olmayan birinin yaptığı işlere ibadet denmez; çünkü ibadet kelimesi, içini dinin doldurduğu bir kavramdır. Bu nedenle Nahl sûresinin 106. âyetinde de yer aldığı üzere insan, ölüm tehlikesi veya tehdidi karşısında mecbur kalsa da imanını gizlemek zorunda olsa, kalbinde iman var olduğu için diğer eylem veya ifadeleri değerlendirmeye alınmaz. Çünkü imanın yeri, sığınağı, barınağı öncelikle kalptir; sonra bu imanın samimi olup olmadığı davranışlarla denenmeye tabi tutulmaktadır.
Yüce Allah"tan samimi bir gönül, tertemiz bir iman ve bunların zorunlu sonucu makbül ibadetler yapmamızı ve hepimizi engin rahmetine kavuşturmasını diliyor, iman ve ibadetlerle dolu bir ömür yaşamamız duasıyla hoşça kalınız, diyorum.