HÜZÜNDEN HÜZÜNE GÖÇ EDEN DUYGULAR
Eksi otuzbeş derecenin altındaki soğuk duygular, hayatı öldürürcesine, buz gibi yüreğimi delip geçiyor. İliklerimi donduran bir esinti geçip gidiyor içimden. İnsan boyunu aşan hüzün ve ağlayış çölde sürünerek yürüyor. Çığlıklarla savurup havaya uçuruyor bedenleri. Zulüm ve açlıktan gelip sürgün ve gurbete doğru koşarak yol buluyor kendine. Derinden gelen haykırışlar su yüzüne çıkarıyor birikmiş öfkeleri.
Dünya savaşının prototipi olan coğrafyada mavisini yitirmiş yaşamak. Acılardan, ölümlerden yürüye yürüye kaçıp soğuk ve açlığa koşa koşa giden insan seli dağılıp kayboluyor anaforda. Deli bir hüzün ağarıp çocukları ve kadınları deviriyor çölün dehlizlerinde. Kaybediyor insanlık kendini yeryüzünde, yolun ortasında. Bu sefer yol aynı değil ama acılar aynı, zulümler aynı. Ölümün katmerlisi gurbette aç ve susuz kalmaktır. Hatta öyleki acılara bile mayın döşenmiş. Bir ülkeden başka bir ülkeye, bir duygudan başka bir duyuya, gurbetin sınırına göç eden insanlar, belirisizliğin içine dalıp duygu selinde ölmeye koşuyorlar. Gurbetin sarnıcında sanki acıya acıkmış yürekler çölden geçip ovalarda, şehirlerde ölüyorlar. Mahşeri kalabalıklar sürgün yolculuğunda yalnızlıkta boğulup ölüyorlar. Mayın döşenmiş acılardan haykırışlar yükseliyor göğe. Umuda banmış kalplerin kapakçığı kopup düşüyor yerinden, yeryüzüne boca diliyor içinde ne varsa.
Yeni yetme kara duyguların teslim aldığı çocuklar sürgüne esir ediliyorlar, onlarsa canhıraş çığlıklarla yurtlarını arıyorlar. Acil aramalardan arıyorlar insanlığı. Çığlıklar canevinden vurup öldürüyor insanı. Annelerinden acıları emip eserate esir edilen bebekler özgürlüğe doğru şiddetle koşuyorlar. Sabah akşam demeden yalın ayak koşuyorlar ölüme doğru, yahut sürgüne doğru. Her sürgünde mutlak bir özgürlük filizi sürgün verir. Her sürgün hayatın kapılarını arkadan sürgüleyip çocukları içeriye hapseder. Yaşlı bir anne durup anlatıyor çileyi, yaşamayı. Ölümün içinden kaçıp gurbet ve çilenin kıyılarına doğru yürüyorlar. Çocukların gözyaşlarıyla birlikte toprağa düşen ölüm yeşermeden kaçıyor analar oralardan. Nereye gittiğini bilmeden bulmaya gidiyorlar kaybettikleri yakınları huzur ve saadeti. Ey veba girmiş gibi ülkelerinden kaçan insanlar, bir gün güneş doğacak ve yağmur yağacak üstünüze. Açlık, sefelat ve çile üstünde yürüyerek yürekleri kavrulan insanların yaşadığı utanç; tepkisiz, sorumsuz müslümanları ömür boyu kovalayacağından kimse şüphe etmesin.
Bir tarafta kara duygulara boğulmuş kara gözlü çocuklar. Diğer tarafta hüzünleri sırtlamış ama taşımaya gücü yetmeyince sırtından atıp kızgın kumların üzerine uzanıp öylece kalmış nineler. Baygın baygın boynu bükük çocuklarını seyredip her saniye kahır dolan annelerin belki de kıyamet kopuyor içlerinde. Toprak huzur ve merhamete susamış ve acıkmış. Kurumuş topklar ağlayan insanların gözyaşlarıyla yeşermeye çalışıp hayata tutunmaya çalışıyor. Annelerin gözyaşları toprağa süzüldükçe toprak isyan ediyor zalimlere, defolun gidin, üzerimde yaşamayın, diyor.
Acı gölünü düşe kalka geçmeye çalışan çocuklar, kadınlar, neneler akıllarını kemiriyorlar. Sağanak mermilerden kaçan insanların nereye doğru kaçtıkları belli değil. Top sağanağından kaçıp bir hüzün sağanağı altına sığınıyorlar. Bir kentin, başına gelecek en kötü şey kurşun sağanağı altında kalmaktır. Bir kentin karşı karşıya kalabileceği en kötü durum evlatlarını savaşta kabedip yalnız başına kalmaktır. Kentin savaştan kaçış macerası, insanlık tarihi boyunca devam ediyor. Sağanak savaştan kaçan insanların ayakları adeta ağır taşlarla bağlanıp acılar denizine atılıyor. İnsanlar durmadan koşup kaçıyor. Bu aslında serapa doğru koşmaktır. Feryatlara, haykırışlara, vaveylaya doğru dağları, kayaları aşıp ufka kaçmaktır.
Savaşın ağır hüznü yürekleri ezip geçiyor. İnsanların beynine izi kapanmayacak yaralar açıyor. Baharın çiçekleri savaşın ortasında açar mı acaba?