İLKOKUL

Ahmet Ufuk Erkan

“Sallasana sallasana mendilini akşam oldu göndersene sevdiğimi”

 

Sabahtan beri takılmış dilime. Sâdece burasını söyleyip duruyorum. O zamanlar aslâ garipsemediğim bu takılış, yıllar sonra “niye böyle” sorusunu sordurur oluyor bana. Sizin de dilinize takılır eminim, kulağınızın hâfızasında kalmış türküler,şarkılar, şiir kırıntıları. Acaba neden?

 

O zamanlar, belki tüm sokağa yayılan, daha sabahtan, kimseyi rahatsız etmeyecek bir sesle açılmış pikaptan olabilir. Ya da tek kanallı radyolardan. Ya da siyah beyaz Yeşilçam filmlerinden… Ya da Bahtiyar halanın gece mırıldanışlarından, tüm sokak gece sefâsı yaparken…

 

Tüm heyecanımı sırtlanmış, dilimde hep aynı yerini tekrarladığım bir türkü, ablamın gelmesini bekliyorum. Bugün okula kaydolacağım. Sonra ver elini kitap, gazete… Allah ne verdiyse artık…

 

Ufak taburemi alıp, sokağın köşesine kuruluyorum. Yönüm ablamın geleceği tarafta. Yoldan geçenler –büyük ihtimâl işlerine gidiyorlar, çoğunun elinde sefertasları var- selâm verdikçe, ayaklarımı indirip alıyorum selâmlarını. Ayak ayak üstüne atmışken selâm alınmaz, ayıp…

 

Ablam, tüm güzelliğiyle taa uzaktan görünüyor. Yarabbi hiç heyecansız, yavaş yavaş geliyor. Ben ölüyorum burda.

 

Tabureyi camdan uzatıp, “ablam geliyor anne; biz okula …” ; lâfımı bitirmeden ablama doğru koşuyorum. Eline yapışıyorum yolda. Bize sonra uğrasın artık, okul daha mühim.

 

Elini bırakıp, okulun köşeye kadar koşuyorum. Gelmesini bekliyorum. Duvarda eski bir çeşme var. Bir de zincirle bağlı tas, gelen giden su içsin diye.

 

Köşeden birlikte dönüyoruz. Okulun demir kapısında kocaman bir zincir. Zinciri kapının her iki kanadına dolamış bir de asma kilit asmışlar. Okul kapalı. “Yarın geliriz” diyor ya ablam, ben resmen yıkılıyorum. Okuma işi hallolmadı yani.

 

Önlüğüm pırıl pırıl. Onun siyahlığıyla kolalı yakanın beyazlığı ne alımlı duruyor. Bir de bileğin üzerinde, yine kolalı bir bileklik; ilikleri koldaki düğmelere geçirilmiş; o da bembeyaz…

 

Okulun bahçesi çocuk kaynıyor. Bahçemiz kocaman. Burada ne koşulur kim bilir... İlk sınıfların hemen hepsi bir büyüğüyle gelmiş. Ve çoğu, niyedir anlayamıyorum, salya sümük ağlıyor.

 

Sıra oluyoruz. Veliler ya da işte ufaklıkları okula getirenler, bir kenarında duruyor bahçenin. Bu amca okul müdürü. Kendini tanıtıyor ve okulun tuvaletlerini kullanmak hakkında uzunca bir konuşma yapıyor. Okumayı öğrenmek kadar önemli olmalı bu tuvaletleri temiz tutmak, yoksa niye böyle?..

 

Türküm doğruyum’la başlayan bir marş söylüyoruz. Yani ilk sınıflar hâriç herkes söylüyor. Kıyıda bekleyen büyükler de, demek hâlâ unutmamışlar, öğrencilerle birlikte tekrarlıyorlar. Hepimiz Türküz ve doğruyuz. Varlığımızı da tümden bağışlıyoruz birilerine, bir şeylere… Şu işler bitse de sınıflara girip okuma yazma öğrensek bir an önce.

 

Tek sıra halinde, önce biz acemiler olmak üzere, sınıflara giriyoruz. Sıralar, üç takım halinde arka arkaya dizilmiş. Pencere kenarında bir yere oturuyorum, önlere yakın. Çocukların büyükleri de sınıfın bir kenarında, ağlayan çocuklarını kaş göz işaretleriyle susturmaya çalışıyorlar.

 

Ya rabbi niye ağlar bunlar? Sanki zorla getirmişler.

 

Öğretmenimiz giriyor sınıfa. O kadar güzel ki gözümü ondan alamıyorum. Ayakta duran kalabalığı dışarı çıkarıyor önce. Sonra tek tek isimlerimizi öğreniyor. Yanağımıza sevgiyle dokunan eli ne kadar yumuşak, yumuşacık. Anne eli kadar sıcak ve anne kadar sevgiyle… Öğretmenimizi hepimiz daha ilk günden seviyoruz. Ortak kararımız şu: Okulun en güzel ve en iyi öğretmeni bizim…

 

Daha sonra, sıraların yerlerini değiştirtiyor bize. Sıraları, ikili halde karşılıklı koyduruyor. Birbirimizin yüzlerini görüyoruz. Bu sıra değiştirme işi, beş yıl bu şekilde sürüyor. Ve koca okulda bunu yapan sadece bizim öğretmenimiz.

 

Tam karşıma, en fazla ağlayanlardan biri düşüyor. Şimdi ağlamıyor ama ben ona gıcık kaptım bir kere. Cebinden şeker çıkarıp hepimizin önüme birer tane koyuyor. İtiyorum elimle. Nerden öğrendiyse, parmak kaldırıp şikâyet ediyor beni: “Öğretmenim, bu çocuk şekerimi almıyor”. Eh, ben sorarım sana…

 

Bu açık kumral saçlı çocuk Yusuf, Yusuf Kar – a’nın üzeri şapkalı-. İlk kavgamızdan sonra benim en esaslı dostum olacak. Kavgalarımızın durduğunu da sanmayın. Hergün yumruk yumruğa kavga edip, okul çıkışı birlikte yürüyoruz evlere kadar. Genç yaşında hayata veda ettiğinde Yusufum, ben de bir parçamı vermiş gibi oluyorum toprağa. Çocukluğumun birazını, dostluğun tümünü…

 

İlk teneffüste kapışıyoruz bir güzel. Ablası geliyor, ayırıyor, “sarılın barışın bakayım”… Ve O geliyor… Önlüğü yok üzerinde. O da bizim okulda. İnşallah yine yanıma gelip yanağımdan makas almaz, büyüdüm ben artık. Hem zaten altı üstü iki sınıf ilerde benden. Okuldan kaydını aldığını söylüyor mavi gözleriyle de konuşarak… Küçücük hâlimle ne büyük yük. Tüm sevincim kaçıyor. Sınıfta kaldım da, diyor… Öğretmen de gıcık bana, 23 Nisan’a gideceğim ben… Akşam babamı ikna etmeye çalıyorum ya okul değiştirmek için, olmuyor… Neyse ki evleri okulun tam karşısında. Okulun tam karşısında ve ben her teneffüs O’na bakıyorum… Belki hâlâ O’na bakıyorum ; ben de bilmiyorum bunu tam…

 

Hâfıza garip çalışıyor. Okumayı nasıl öğrendim, aklıma sanki aynı anda olmuş gibi gelen olaylar sahiden o anda mı oldu, bilemiyorum. Sıralarken, birden hatırlıyorum, o

olay beşinci sınıfta olmuştu, diye. Hepsi “bir gün” gibi. Yirmi dört saatten değil de bir ömürden oluşan uzun bir gün…

 

Mahalleden tanıdığım, beraber gazoz kapağı ve cicile oynadığım çocuklar var. Okula getirmiyoruz bunları ama eve varır varmaz, eğer hava kararmamışsa, ilk işimiz bu: Oynamak… Mahalleden kasıt, aynı sokakta veya yakın sokaklarda olmak; mahalle kavramının tarifi sokak o zamanlar bizim için.

 

Gün geçtikçe kaynaşıyoruz. Bobi evi bekliyor, Ali top oynuyor, bir çocuk ata ot veriyor. Geçiyor günler. Torbalarımızdaki yarıya bölünmüş fasulyelerle yazılar yazıyoruz. Ben bazen resim de yapıyorum onlarla. Ve ne kadar çok kalem silgi kaybediyorum. Kaybediyoruz demek lâzım. Sanki sınıfta bir delik var ve kalemlerimiz, silgilerimiz, oraya düşüp kayboluyor. Sâhi, nasıl hep birlikte o kadar kalem ve silgi kaybettik?..

 

 

Herkes arkadaşım sınıfta, bu doğru. Fakat hani bazılarına daha yakın hissedersiniz. Biz bir dörtlü kuruyoruz sınıfta kendiliğinden. Yusuf, Adnan, Kenan ve ben. Adnan’la Kenan (Yükselen) kardeş. Dostluğu abartıp, Yusuf’un aklına uyarak kan kardeş oluyoruz bir teneffüste, kimselere göstermeden; özellikle öğretmenlere. Dünden hazırlıklıyız. Evden yara bantı –dilimizde yer etmiş haliyle: hansaplast- getiriyorum ve minik çakımı… Başparmaklarımızı kesiyor, birbirine bulaştırıyoruz kanı, kanımızı. Kısaca kanka diyorlar ya, o kısaltmayı bilmiyoruz o zamanlar…

 

Farkında bile olmadan bir dolu şey öğreniyoruz. Yani öyle olmuş olmalı ki şunu şu gün öğrendim, bunu bu gün öğrendim diyemiyorum. Hararetle kitaplara, gazetelere daldığımı hatırlıyorum ama. Kese kâğıtlarını bile açıp okuyorum, merak uyandıran bir resim varsa. Köşedeki gazete tezgâhından, gazeteci Yaşar ağabeyden Teksas Tommiks alıyorum emâneten. Yatağımın altı, yavaş yavaş kitap doluyor. Çizgi romanlar vazgeçilmezim… Okuldan önce babamın bana okuduğu tüm Ayşecik serisini kendim okuyabiliyorum. Ne büyük mutluluk…

 

Fazıl Kadı İlkokulu’nun bahçesi artık o denli büyük gelmiyor bana. Hatta diğer okullara göre küçücük. Bize bir dünya kadar büyük gelen bu bahçeye ne olmuş böyle?

 

Bu okul da artık hatıralarda. Büyük bir başarıyla, nasıl bir gerek duyuluyorsa ya isimleri değişiyor okulların ya da yerleri… Fazıl Kadı’nın girişine, sanırım tarihsel doku olsun diye eski yazıyla –canınız istiyorsa eskimeyen yazı diye de okuyabilirsiniz, kavgaya gerek yok- bir şey yazılmış. Pek anlamam da sanki başta olan sonda, sonda olan başta olmalı gibi… Neyse yapanların bir bildiği vardır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.