Kadına seçme ve seçilme hakkını vermek her şeyi çözer mi?

Firuze Geçer


Birçok kişi dünya üzerinde kadına seçme ve seçilme hakkını ilk tanıyan ülkenin Türkiye olduğu bilgisiyle yaşamaktadır. Türkiye evet kadına seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkeler arasındadır fakat başta 1893 ile Yeni Zelanda ve sırasıyla 1902'de Avusturalya, 1906'da Finlandiya, 1913'de Norveç, 1915'de Danimarka, 1928'de İngiltere, 1920'de Amerika Birleşik Devletleri ve 1934'de ise Türkiye... Fransa, İtalya, Belçika, Yunanistan, Portekiz gibi ülkeler ise daha sonraları kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımıştır. Türkiye bu durumla genelde övünmektedir evet övünmelidir de çünkü kadına vatandaş olmasından kaynaklı haklarının tanınması, kadının temsil gücüne inanılması onu erkekler ile eşitlemek adına atılmış en büyük adımlardan birisidir. 

Bu konu aslında doğrudan Türkiye'deki feminizmin ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Türkiye'de feminizm tartışmaları 1923'ten 1970'lerin sonlarına doğru yapılan medeni kanundaki düzenlemelerle ortaya çıkmıştır. Fakat Türkiye'deki feminizm Batı'daki gibi bir kadın hareketi olarak ortaya çıkmamıştır. Türkiye'deki feminizm, genellikle devlet feminizmi olarak tanımlanmaktadır. Batı'da kadınlar oy hakkını kazanmak adına sokaklarda, meclisle mücadele verirken Türkiye'deki kadınlara seçme ve seçilme hakkı devlet eliyle tanınmıştır. Yani kadının elde ettiği bu hak ona yukarıdan (devlet eliyle) verilmiştir, aşağıdan (kadın hareketiyle) kazanılan bir hak olmamıştır. Çünkü Türkiye'nin hedefi batılılaşmak, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktı, örnek aldığı ülkeler kadına ne hakkı tanımışsa o da o hakları vermişti. Batılılaşma kendi içinde yeterli düzeyde sağlandığında ise kadının toplumdaki konumunun ne olması gerektiğine ilişkin düzenlemeler askıya alınmıştır. 

Türkiye evet birçok avrupa ülkesine oranla bu hakkı önce tanıyan ülke olmuştur ve bu durumda bizde Türkiye'de toplumsal hayatta; Eğitimde, iş yaşamında, sosyal hayatta kadın ve erkeğin eşit olmasını, kadının siyasette temsil oranının yüksek olmasını hatta kadına şiddeti, kadın cinayetlerini en az konuşan ülkeler arasında yer almak hatta bu konuları hiç yaşamayan ve konuşmayan bir ülke olmayı bekleriz.

Fakat konunun en temelinde, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren 743 sayılı Medeni Kanun’un 159. maddesi, evli bir kadının ancak kocasının izniyle çalışabileceğinden ve sanatla ilgilenebileceğinden söz ediyordu. Bu yasa yürülülükteyken kadına seçme seçilme hakkını verildi. Bu örnek aslında kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesiyle toplumsal hayatta da eşitleneceğinin garantisi olmadığını açıkça göstermektedir. Bu yasanın yürülülükten kalkması ise 14 Nisan 1990 tarihinde gerçekleşmiştir. Bugünden sadece 29 yıl geride, çok yakın bir tarih.  
Bugün istatistiklere bakıldığında Türkiye'de kadınların erkeklere oranla, eğitimde rakamları hemen hemen eşit olmasına karşın kadınların iş gücüne katılım oranı %33.8, kadınların parlamenter sistemde temsil oranları %13.9 yine kadınların yönetici pozisyonundaki rakamları ise %16,3'tür. En önemlisi de Türkiye'de bugün kadınların %38'i şiddete maruz kalmakta ve yılda ortalama 300 kadın öldürülmektedir.

Bu durumda Türkiye'deki hukuksal eşitliğin birçok avrupa ülkesine oranla daha önce sağlanmış olması kadının toplumsal hayatta da eşitleneceği anlamına gelmemektedir. Özellikle Türkiye gibi bir toplumda, hukuksal düzenlemenin toplumsal hayatı da düzenleyeceğine ve düzenlemesi gerektiğine ilişkin düşünceler olanaksız düşüncelerdir. Yasalar elbette bir toplumu düzenleyen ve düzenlemesi gereken kurallardır fakat Türkiye'de yerleşmiş gelenek ve yaşam tarzı zihniyeti toplumu daha çok düzenleyen ve şekillendiren konumdadır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.