"Karanlığın da kalbi olur muymuş?" demeyin. Var, ki, yaşamaya devam ediyor.
Başlık aslında "Joseph Conrad" adlı Polonya doğumlu, İngiliz sayılan, Belçika şirketlerinde çalışmış yazarın, öyküden uzun romandan kısa "Karanlığın Kalbi" (Heart of Darkness) adlı eserinden alıntı.
Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşanmışlıklarından bahsediyor.
Kitabın adının neden Karanlığın Kalbi olduğunu sanırım anlamışsınızdır. Bence bunun iki sebebi olabilir. Birincisi o zamanlar (Viktorya Dönemi) Avrupalılar Afrika'ya "Kara Kıta" demektedir. İkinci ihtimal ise şudur; insanın derinliklerinde kara ya da kararmaya müsait bir kalp vardır.
Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fil dişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..
Kongo'nun iç bölgelerinde yani derin karanlıklarda görev yapmakta olan Kurtz çok hastadır, hatta ölmek üzeredir. Kurtz medeni bir beyaz olmakla beraber Kongo onu değiştirmiştir. Birazcık acımasız bir adam olmuştur. Kongo'nun yerlisi sayılan kara adamları pek insandan saymamaktadır. Marlow, başlarda hem ülkeye alışamadığından hem de gördüklerinden derin bir "dehşet" hissetmiş olsa da bir süre sonra, Avrupa'ya dönmeden önce Kurtz'u anlayabilen tek tük adamdan biri hatta tek adam olmuştur .
Sembolik bir koloni edebiyatı olduğunu söylemek edebiyat eleştirisi açısından oldukça doğru gözükmekle beraber kitabın ikinci bir boyutu da sanki biraz psikanalitiktir. Yani insanın iç dinyasına yapılan bir yolculuktur.
Bugünden yani 21. yüzyıldan bakıldığında bunun bilinçli bir tercih olduğu söylenebilirse de aslında kitabın belki de biraz iç rahatlamasına ihtiyaç duyan medeniyetten az daha vazgeçecek kadar kara diyarlarda bulunmuş bir adamın birazcık da otobiyografik bir yazımı olduğu düşünülürse bunun doğal bir iç dökme (edebi anlamda) olduğu da değerlendirilebilir.
Her iki yönden de kitap hakkında söylenebilecek çok şey olmakla beraber köşe yazısının çerçevesini aşmamaya çalışarak insanın hisleri ve değişimi, kararları, korkuları, kaygıları, istekleri üzerine bir iki sözcük söylemek yeterli olacaktır sanırım.
İnsan; sürekli değişen bir varlık. Değişimin yönü biraz insanın kendi ellerinde biraz da yaşadığı ortamın elindedir. Yaşadığı ortamı değiştirmek de bazen insanın kendi elindedir. Yani hangi ortamda hangi tecrübeleri kendine reva göreceği bazen insanın kendine bağlıdır. Örneğin çevresinde bir tane bile kitap olmadan (diğer şeylerden bahsetmiyorum) büyüyen bir çocuğun ünlü bir edebiyat eleştirmeni olması ihtimali nedir? Aynı çocuğun televizyonda (o mutlaka vardır) edebiyat programına rastlama ve ilgi duyup bütün zorluklara rağmen edebiyat fakültesi okuyup eleştirmen sıfatını hak etme ihtimali nedir? İkinci ihtimal de muhakkak ihtimaldir ama bazendir.
Kitaptan devam edersek; kendi alıştığı ortamdan bambaşka bir çevrede Afrika'nın ortasında yalnız başına kaldığını hisseden ve yerlilere uyguladığı şiddetin hesabını kendine veremeyen bir adamın değişimi hangi yönde olur?
Bazen farklı ortamlarda kendimizi bile şaşırtacak kadar değiştiğimizi, o ortamda kalma süremizin uzunluğuna göre değişimin kalıcılaştığını gördüğümüzde herhalde bizde de uyanan duygu; "dehşet, dehşet, dehşet!" olacaktır. Tabi yüreğimizin karanlık tarafıyla tanışmak ona kendimizi teslim edeceğimiz anlamına gelmez, ama kendimizle uğraşmaktan vazgeçersek de herhalde başka bir şansımız kalmaz.
Kitabın bir diğer boyutu olan kolonyalizm, ticaret, fildişleri ve tabii dehşet ise beyaz adamın "kara kıtaya" bakışını anlatıyor gibidir. Her ne kadar vahşileri adam etmek için çok çabalamış, onlara medeni hayatı öğretmek için gerekirse kafalarının içini açmak zorunda kalmışsa da beyaz adam (daha çok avrupalı ticaret ve büro adamları), nedense bir türlü bu uğraşında muvaffak olamamamıştır.
Bugün kolonyalizm yaşanmıyor olsa da beyaz adam, zaman zaman çabalamaya devam etmekte büyük fedakarlıklarla azıcık elmas karşılığında kendi medeniyetinden bir parça olsun bulaştırmaya çalışmaktadır. Fakat başarılı olabilmekte midir?
Sanırım Kongo adını bugünlerde maalesef küçük böceklerin taşıdığı hastalıkla duymaya başlamış milyonlarca insan, bu sorunun cevabını verirken çok güçlük çekmeyecektir.
Keşke Conrad'ın o zamanlar adını bile duymadığı Kırım-Kongo Kanamalı Ateşli hastalığı kuşların kanatlarına atlayan küçük kenelerle, küçük gezegenimizde seyahate çıkmadan önce de bu güzel diyarların adını anıyor olsaydık.