"KÖKSÜZLÜK"

M.Halistin Kukul

      'Kök' kelimesi, güzel Türkçemizin 'köklü' ve mânâ yüklü kelimelerinden biridir. Her çeşit bitkinin toprağın altında kalan kısmına verilen ad olduğu gibi, bir şeyin 'ilk çıkış noktası', 'ilk varlık belirtisi' olarak da karşılık bulur. Yâni; her varlığın, 'tohum'dan sonraki 'ilki', onun kökü'dür.

       Kök'ün bize sunduğu ve herkesin bildiği o kadar güzel terkipler var ki, insan onlara doyamıyor: Kök salmak, kök atmak, kökleşmek, kök sökmek, kökünü kazımak, kökünü kurutmak, kökü kurumak, köküne kibrit suyu dökmek, köklemek, köklü, köksüz...bunlardan sâdece birkaçıdır.

     İnsanoğlu için 'kök'; soy'dur. Şanlı Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Soylarınızı biliniz, sıla-i rahim (ziyâret) yapınız." (1)

     Soy için: "1. Aynı ırktan, aynı kandan gelen geçmiş ve yaşayan nesiller topluluğu, kuşaklar, 2.Nesil, zürriyet, 3. Âile, sülâle, ecdât, hânedan, nesep, 4. Cins, nevi, 5. Soylu, asil" (2) mânâlarının hangisi alırsak alalım, işin aslı 'kök'e çıkmaktadır.

        Kullandığımız mânâda kök; soyu, ırkı, geçmişi, nesili, zürriyeti, âileyi, nesebi,  sülâleyi, ecdâtı,..bilmektir. Kök; sâdece  mâzîye / geçmişe takılı kalmak değil, 'şimdi'yi / hâl'i ve 'âtî'yi / geleceği de teminat altına almaktır. Dünü olmayanın bugünü, bugünü olmayanın da yarını olmayacağı muhakkaktır.

       Soyuna sâhip çıkmayanlar kadar, soyuna ihânet edenler de, güvenilir ve mûteber değildirler.

       Birçok şâirimiz, 'kök' ile alâkalı  mısralar dile getirmişlerdir.

       Bunlardan biri: "Benim için 1071'den evvelki devirlerimiz kable-t  târih (târih öncesi), fakat 1071'den sonraki devirlerimiz tarihtir." (3) diyen büyük şâirimiz Yahya Kemâl Beyatlı' dır.

      Beyatlı'yla ilgili bir hususu, bir yazısında, Yakup Kadri Karaosmanoğlu şu satırlarla anlatır:

      " Paul Valery'nin Mallarme okulunu Malherbe gelenekleri üzerine oturtmağa çalışışı gibi Yahya Kemal de açmak istediği yeni çığıra Divan edebiyatında kaynaklar arıyordu. Nedim tarzında şiirler yazdığı için kendisine "Harabat şairi" diye sataşan Ziya Gökalp'a verdiği şu cevap bu görüşümde hiç yanılmadığımı ispat eder:

                      Ne Harabî, ne Harabatîyim

                      Kökü mâzîde olan âtîyim

       Hangi mâzi? O vakte kadar, bizim için "mâzi" Namık Kemal'ler, Hâmit'ler ve Recaizade Ekrem'lerle başlayıp Fikret'lerde, Cenap'larda son bulan bir devirdi. Bundan ötesini mekteplerde ders  olarak okuduğumuz dermeçatma edebiyat tarihi kitaplarından üstünkörü öğrenmiş bulunuyorduk ve üzerinde durmağa değimli saymıyorduk." (4)

      Yakup Kadri'nin görüşü ve kanaati böyle ve yaşanan dönem için doğru da olabilir!..

      Fakat; netîce îtibâriyle, "Kökü mâzîde olan âtîyim" , âdeta bir atasözü hâlinde, bir hakîkatin ifadesidir ve ferdî bir tasavvurdan hareketle, millî bir terennüm olarak zihinlere işlenmiştir.

       Yahya Kemâl Beyatlı; "Koca Mustâpaşa" başlıklı şiirinde ise şöyle der:

                      "Bu geniş ülkede, binlerce lâtif illerde,

                      Nice yıl cedlerimiz kökleşerek bir yerde,

                      Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.

                     -Ki bugün karşılaşan benziyor rü'yâya.-

 

                       Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.

                       Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;

                       Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

                       Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.

                       Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,

                       Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.

                       Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

                       Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!"(5)

      "Cedlerimiz nice yıl bir yerde kökleşerek" yaşamışlardır;  fakat,  ne yazık ki, "köksüzlük, insanda derin bir yaradır" ve bu dünyâda / "âlemde", en büyük yâni  "hudutsuz" ve hazîn öksüzlük" de, "budur."

        Bunun çâresi, "kök"ü bilmek ve ona sahip çıkmaktan geçer.

       Yahya Kemal, "Hayâl Şehir" şiirine:

                  "Roma'nın şarkını fethettiğin andan sonra,

                  Yüce dağlar gibidir gördüğün iş, Türk oğlu!"

      Diye başladıktan sonra, onu, şu mısralarla bitirir:

                 "Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mîmârî;

                 Bu eserler seni göstermeğe kâfi diyemem.

 

                 Şi're aksettirebilseydin eğer, dinlerdin,

                 Yüz fetih şi'ri, okundukça, çelik tellerden.

 

                 Resm'e aksettirebilseydin eğer, ömrünce,

                 Ebedî cedleri karşında görürdün canlı,

 

                Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san'at,

                Sana târihini her lâhza hayâl ettirsin."(6)

    Yahya Kemal, "Türk oğlu" ile konuşuyor / hâlleşiyor.  Aslında, "Türk oğlu";  şâirin kendisinden başkası değildir. Yapılan bunca büyük "iş"in yeterli olmadığını ifadeyle, bunu,  'üzüntü'yle karşılayarak son iki mısrada , "san'at" ile "târihi" kucaklaştırmayı ve böylece, mâzî - hâl ve âtî'ye sahip çıkmayı tavsiye ediyor. "Kök"e ulaşmanın, kök'le kaynaşmanın başka yolu yoktur, demeğe getiriyor.

      Çünkü; kökünü bilmek kadar, kökü kuvvetlendirici unsurları ve vasıtaları  da canlı bulundurmak zarûreti vardır. Bu zarûret, ferdî olduğu kadar, millet varlığı bakımından da önemlidir.

       Bayrak şâiri Ârif Nihat Asya da, "Kök" başlıklı  rubâîsinde şöyle der:

                           "Takdîr bırakmış gibi yersiz, göksüz,

                             Bir gövdeyiz ortalarda dalsız, köksüz;

                             Sen söyle: nasıl, nasıl yaşarlar, Tanrım,

                             Dünden de, yarından da kalanlar öksüz?" (7)

     Ârif Nihat Asya, "dalsız, köksüz bir gövde"nin bir işe yaramayacağını işâretle, "dünden" / mâzîden ve "yarından" / âtîden mahrûm olacaklarını ve "öksüz" kalacaklarını ifade eder .

      Yahya Kemal'de, "köksüzlük, insanda, derin bir yaradır" ve bu durum, "âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük"ten başka bir şey değildir. Netîcede, her ikisinde de "köksüz"lük, "öksüzlük"tür.

       Bu bakımdan, Mehmet Âkif Ersoy tarafından yazılan İstiklâl Marşı'mızdaki şu iki mısra çok ehemmiyet arzeder:

                       "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım"

                       Ve;

                       "Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl"(8)  

          Bu mısrâlarda, 'kök' kelimesi geçmemesine rağmen; o, hârika bir tespitle,"ezel" ile "ebed" arasında cereyân ettirilmekte,  'geçmiş'ten gelecek'e muhteşem bir mânevî köprü kurulmaktadır.

          Burada; Şâir, kendinden/milletinden emîndir. Tereddütsüzdür. Kimseye boyun eğmeyen bir tavırla hitap ediş mevcuttur. Kuvvet, heyecan ve kök'ten dallara-çiçeklere hattâ 'tohum'a uzanış vardır. Kelimeler dipdiridir.

        "Ben", Türk Milleti'dir.  O; "ezelden beridir hür yaşar" ve "ebediyyen sana" yâni "Hilâl"e ve "ırkıma /soyuma/ milletime izmihlâl yok"tur. Bu; kök'ten geliş ve kök'e dönüşün ta kendisidir.

       Necip Fâzıl, "Genç Adam" hitabında şöyle der: "Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk  bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır; ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlanman sağlanmıştır. Düşün!" (9)

      "Genç adam" ve "sen"; Türk milletinin geleceği'dir.

      "Türk bütünlüğünü çürütmeye memur...kök kurutucu aşılar..."ın dile getirilmesi, Türk milletini 'köksüzleştirme' ve dünyâyı 'Türksüzleştirme' hedefine yâni "zehir"ine karşı bir ilâç olarak görülmelidir.

        Çünkü; "Arap atı, İngiliz kumaşı, İsviçre saati, Alman piyanosu, Acem halısı kendi âleminde neyse; nefâsette Türk tütünü, kıymette Türk parası, nizamda Türk ordusu, güzellikte Türk kadını, sağlamlıkta Türk erkeği, sistemde Türk idâresi, incelikte Türk politikası, usûlde Türk mektebi, gerçeklikte Türk ilmi, derinlikte Türk tefekkürü, sâfiyette Türk sanatı, îmânda Türk ruhu ve her şeyde ve her şubede Türk varlığı o olmalıdır. Gaye budur!" (10)

       "Her şeyde ve her şubede Türk varlığı...", bütün mes'ele burada düğümlenmektedir.

       Kök'e inmek ve kökle barışmak budur. Demek ki; köksüzlükten sakınmanın çâresi, kökü bilmek, tâzelemek ve nesiller arası irtibatı muhkem tutmakla mümkündür.

KAYNAKLAR

1. Mehmet Ârif, 1001 Hadîs, Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser, İstanbul, Cilt:1, Sf. 83

2. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, Sf. 1123

3. Nihad Sâmi Banarlı,Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1978, Sf. 1176

4. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik Ve Edebiyat Hatıraları, Bilgi Yayınevi, Ankara 1969, Sf. 150 - 151

5. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1963, Sf. 51-52

 6. a.,g.,e., Sf. 38 - 39 

7. Ârif Nihat Asya, Rubâîyyat-ı Ârif -1, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, Sf. 261

8. Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul 1974, Sf. 522 - 523

9. Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b. d., yayınları, İstanbul 1976, Sf. 495

10. a.,g.,e., Sf. 350

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.