Şiire rağbet, hakikî şiire duyulan hürmet veya hasretten mi, yoksa, cehâleti perdelemeyi hedef alan bir niyetten mi bilmiyorum, dergilerimiz, öylesine dolu ki, herbiri âdetâ " rekâket"te birbirleriyle yarışıyor.
Yarış ammâ ne yarış! Âhenk yok, biçim ucûbe, bediî endîşe, mânâ duyarlığı, iç muhasebe, mevzû bütünlüğü...ara ki, bulasın! Hani, -arzu etmiyorum ammâ- yabancı kelimelerle diyeyim, " absürd" üstü " banal" ! Al sana, şiir!
Bir sandalyeyi, bir sehpayı veya bir minderi, yastığı veya sacayağını yapan kişi bile, yaptığı şeyi allayıp-pulluyor da, bir şâir veya edîb, şiir gibi bir üst san'at dalına çalakalem, alelacele girişiyor ve " İşi bitirdim!" diye de öğünüyor, anlaşılacak gibi değil!
Şiir; sâdece ham / kuru hayâl bile olsa, böyle olmaz. Ona; muhakeme gerekir.
Mükemmellik heves, arzu ve hedefi bulunmayan bir kişinin, " mükemmel şiir" vücûde getirdiği / getirebileceği söylenebilir mi?
Ondan, "aşkı ve aklı" çıkarırsanız veya ona, bu ikisini katmasını bilemezseniz, orada sâdece "posa" bulunur.
Şiirde, "öz"e inmesini bilebilmelidir şâir; bu mânâda, "samanda sütü görebilmeyi" hedef almalıdır.
Bilinmelidir ki; her " fikir", bir estetik / bediî / güzellik anlayışına (şiirde, poetikasına) sâhiptir.
Zahmeti, endîşeyi, çileyi, muhakemeyi, murakabeyi, muhasebeyi, tereddütü, terkibi...bu "fikir" üstüne inşâ ederek bina yükseltilir. Basit ve alelâde ve suflîden uzak, " hakikî aşk" ile donanımlı bir bina olmalıdır bu. Yoksa; "mükemmellik" adına ortaya hiçbir şey konulamayacağı gibi, yapılanlar da sâdece "eziyet" olmaktan başka bir mânâ taşımaz.
Muhakkaktır ki, bir şiirin - bir eserin - ortaya çıkarılması kolay bir iş değildir. Bu sebeple; buna dâir iki numûne arzedeceğim; belki ibret olur!
İlki, - şâirler için - son sultan'üş - şuarâ Necip Fâzıl'dan:
Necip Fâzıl, Esselâm adlı şiir kitabını Takdim'inin bir yerinde şöyle diyor:
" Bu eser, hararet derecesini termometrelere ifade ettirmekten âciz olduğum bir ruh çilesi içinde 1960-1961 hapsimde yazılmaya başlandı; ve ondan sonra, haşîn hayatın zalim çarkları arasında tekrar gaflet tüneline giren ruhumun kasvet ikliminde 11 yıl uyuyup 1972 Ramazan ayında ve ötesinde, belki daha yakıcı bir çile dürtüşüyle tamamlandı.
Umulur ki; bir gün Türk edebiyatı, bu eseri, yeni zamanların islâmî tahassüste ilk temel kitabı saysın...Ve destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğu bu vesileyle görülsün..." ( Bknz: Necip Fâzıl, Esselâm, b. d. yayını, İstanbul 1982, s. 6).
"( ...) destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğu..." , Necip Fâzıl kadar olmasa bile," mükemmel heves, arzu ve hedefi" olan herkeste az veya çok teşhis edilebilir. Ancak, bunun, yeterli olduğu söylenebilir mi?
İkincisi, - edîbler için - Peyami Safa'dan:
Peyami Safa, 1958 yılında Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan "Üslûb Çalışmaları - 1" başlıklı yazısında şöyle diyor: (Yazıdan ilgili bölümü nakletmeden önce, bugün, bırakınız bir gazeteyi; bu başlığı, bir edebiyat dergisinde görseniz bile hayret edersiniz. Şahsen ben, edebiyat dergilerinde, bu tür yazılarla nâdiren karşılaşıyorum. Demek ki, edebiyat, o yıllarda daha kıymetli imiş.)
" Dünya edebiyatında "üslûb tiryakileri, üslûb meraklıları, üslûb delileri, üslûb manyakları" diyebileceğimiz büyük muharrirler vardır. Bunlar yazının ifade tarzına ve plâstik değerine mânaları kadar ehemmiyet verirler. Geçen asırda Fransız edibi Chateaubriand ve Gustave Flaubert bunlardandı.
Chateaubriand meşhur Atala'sının ölüm parçasını M. de Fontane'a okumuş ve şu cevabı almış: " Olmaz! Olmaz! Bir daha yazınız!"
Muharrir diyor ki:
"Daha iyisini yazacağımı sanmıyorum. Hepsini ateşe atmak istiyorum. Sabahın sekizinden akşamın on birine kadar masamın önünde kaldım. Başımı ellerime dayadım. Yazamıyordum. O kadar ümitsizdim."
Fakat gece yarısına doğru ilham gelmiş ve edebiyat kitaplarına geçen örnek parça yazılmış.
Atala'nın on ikinci baskısı bile her cümlesi tekrar tekrar gözden geçirilerek tashih edilmiştir.
Chateaubriand, "Les Martyres" adlı eseri için yedi sene çalışmıştır. Hâtıralarında diyor ki:
"Aynı sahifeyi yüz defadan fazla yazdım, bozdum, yeniden yazdım. Bütün eserlerimin arasında dili en kusursuz olanı budur."
"Gençliğimde, aynı sahifeyi en az on defa yeniden yazmak için masanın başında on iki saat, on beş saat kalırdım. Yaş, benim bu çalışma kaabiliyetimden hiçbir şey eksiltmedi."
Akademiye giriş nutkunu da tam yirmi defa yeniden yazmıştır.
Flaubert'in meşhur üslûb titizliği daha hayret vericidir. Kalem elinde, yıldırımlanmış gibi ölen bu romancı bütün hayatında kelimelerle boğuşmuştur. En acele yazdığı kitabını beş senede bitirmiştir...
(...) Flaubert'in bâzan bir kelime, hattâ bir virgül için gece yatağından fırladığı, bütün gece, aynı sahifeyi beş altı defa yeniden yazdığı olurdu."
(Bknz. Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976, s. 175-176-177)
Düşünüyorum da; şimdi, bizde, " Olmaz! Olmaz! Bir daha yazınız!" diyebilen bir "üstâd - mürşîd - usta - hoca - ağabey - kardeş - münekki t- müşâvir" var mıdır?
Ve yine düşünüyorum da; şimdi, bizde, yukarıda saydıklarımın hepsinden çok sayıda bulunsa, onların sözünü dinleyip de yerine getirmeyi -en azından- bir "tevâzû numûnesi" olarak kabûlleneni bulabilir miyiz?
Hiç, aklım almıyor!
Ve; "Destanlık çapta cehd sarfetmenin ne demek olduğunu" anlamak için, tekrar "Yûnus" tan başlamamız gerekecek, diye düşünüyorum!