KORKMA!

Mustafa Cemal Tomar

Korku belirli bir ağrı veya tehdit olarak algılanan bir olay sonucunda, uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir tepkidir. Korku görünüşte evrensel bir duygudur. Herkes bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde çeşitli korkulara kapılabilir. İstiklâl Marşımızın ilk dizesi "Korkma! diye başlar.

Korku bazen gerekli bazen de gereksizdir. Düşmandan korkmak insanı mağlup eder, cesaret ise insana güç katar. Allah Teâlâ'dan korkarak nehiylerinden kaçınıp emirlerine sarılmak ise çok üstün bir meziyettir. İnsanı kâmilleştirir. Kullardan kurkmak ise insanı köleleştirir.

Sömürü düzenini kuran küresel küçler korku imparatorluğu oluşturarak milletleri sömürüyorlar. Memurlar amirlerinden korkarsa yalakalaşır hale gelirler. Öğrenciler öğretmenlerden korkarlarsa öz güven duyguları zedelenir, ilerki yaşlarda cesaret sahibi olmayan bir toplum zuhur eder.

Korkuların en büyüğü şüphesiz ölüm korkusudur. İman edenler için ise en büyük korku cehenneme atılma korkususudur. Korkular insana gayri meşru işler de yaptırabilir. Bazen var olanı gizleme ya da inkär etme durumu da olabilir. Bir örnek vererek konuyu biraz yeşillendirelim..
Adamın biri elinde büyük bir bıçakla camiye dalar ve sorar:
-Aranızda Müslüman olan var mı?
Korkudan kimse bişey diyemez. Birazdan yaşlı bir adam ayağa kalkar:
-Ben Müslümanım der.
Bıçaklı adamla yaşlı adam camiden çıkarlar. Adam dışarıdaki inek sürüsünü gösterip:
-Amca, şunları kurban edicem de ben beceremem yardım eder misin der.
Yaşlı adam epey bir hayvanı kestikten sonra 'Ben yoruldum başka birini bul' der.
Adam bu sefer kanlı bıçakla yine camiye girer ve sorar:
-Aranızda başka müslüman var mı? Az önceki adamı doğradığını düşünen cemaat çok korkar ve herkes aynı anda imama bakar, imam:
-Ne bakıyosunuz ulan iki rekât namaz kıldırdık diye hemen müslüman mı olduk? der.
İşte ölüm korkusunun neticesi. Ölümle tehtit edilenler imanını o esnada inkâr etse imanından olmaz. Nitekim Peygamberimiz SAV' den rivayet edilen hadis-i şerife göre:
Peygamber (asm)'in zamanında, Müseylemetü'l-Kezzab'ın casusları tarafından iki sahâbî esir alınıp Müseyleme'ye götürüldüler. Müseyleme onlardan birisine dedi ki:
- Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna inanır mısın?
- Evet.
- Ben Müseyleme'nin Allah'ın Resulü olduğuna da inanır mısın?
- Evet.
Bunun üzerine Müseyleme onu salıverdi.
Sonra ikincisine dedi ki:
- Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna inanır mısın?
- Evet.
- Ben Müseyleme'nin Allah'ın Resulü olduğuna da inanır mısın?
- Sağırım kulaklarım işitmez, dedi. Bunun üzerine onu alıp boynundan vurdurup öldürttü. Sonra ölümden kurtulan sahâbî Peygamber'e (asm) giderek:
- Helak oldum, dedi.
- Seni helak eden nedir?
Sahabe durumu anlattı. Bunun üzerine Resûlüllah (asm):
"Senin arkadaşın azimet ile amel etti, sen de şimdi içinde bulunduğun ruhsat ile amel ettin." buyurdu.

Bu nakilden şunu anlıyoruz: Her söylediğin doğru olsun; fakat her doğruyu her yerde söylemek senin hakkın değil” prensibinden hareketle ölümle karşı karşı kalındığında " ilm-i siyaset-i" devreye koymalıyız. Zorda kalınca dil ile söylenenlerden mes'ul değiliz. Sahabilerden biri ilm-i siyaset yaparak öldürülmekten kendini kurtarıyor. Peygamberimiz SAV bu davranışı onaylıyor. Kalpteki imanı hiç bir baskı silemez. İmanın en önemli şartı da zaten kalben inanmaktır.

Doğruluğu iki şekilde anlıyoruz: Konuşmalarda doğruluk, davranışlarda doğruluk. Yahut sözde doğruluk, özde doğruluk.. Her iki şekli de uygulamakla yükümlüyüz. Bilerek veya bilmeyerek ayağımızın doğruluktan kaymamasına dikkat etmeliyiz. Yani hangi şartta olursa olsun; sözde de, özde de; dilde de, halde de; konuşmalarda da, davranışlarda da doğru olmalıyız. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “beni ihtiyarlattı.” buyurduğu “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol.”1 Âyeti, bizim de kulaklarımızda çınlamaktadır.

Fakat şu var ki, doğrulukta bir “nezaket üslûbu” lâzımdır. Doğru söylüyorum diye sözü taş gibi yapıp pat diye vurmak doğru değildir. Yerine göre böyle sert üslûba da ihtiyaç var; ama “nezaket üslûbu” muhakkak korunmalıdır. Çünkü insanoğlu “nezaket üslûbuna” hayrandır. En kişiliksiz düşman bile çoğu zaman nezaket üslûbu ile yola gelir, kalbi yumuşar ve düşmanlığı bırakır. Fakat sözü damara dokunduran sert bir üslûp düşmanlığı arttırır, barış yerine husûmet doğurur, kin ve ayrılığa sebep olur. Bu da mü’minler arası uhuvvet prensipleriyle bağdaşmaz.

Kul kuldan korkmamalı, kul yalnızca Allah Teâlâ'dan korkmalıdır. Nefs-i müdafa ile korkuyu karıştırmamamız gerekir. Kur'an'ı Kerim'min bir çok ayetinde Allah'tan korkulması gerektiği bize bildirilmektedir. Al-i İmran Suresi, 175. ayet: İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun. buyurulmaktadır.

Düşmandan ya da kâfirden korkulmaz, gelebilecek tehlikelere karşı tetbir alınır, sakınılır. Hakkıyla Allah Teâlâ' dan korkanlar hiç bir makamdan ve kimseden korkmazlar. Ama eğer kalpte ilähi korku olmazsa o zaman bu boşluğu başka korkular kaplamaktadır.

Allah Teâlâ korkusuyla diğer korkular aynı değildir. Hâk Teâlâ korkusu mutluluğu da beraberinde getirir. Öbür korkular elem ve azap verir. Ali İmran Suresi 102. Ayet meâliyle yazımı noktalıyorum." Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin." İnşallah...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.