20. yüzyıl sanırım dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük gelişmeleri, çöküşleri, savaşları, icatlarıyla insanevladının varoluşunda geri dönülemeyecek bir çağ oldu.
Dışarıdan bakma şansım olmadığı için içeriden bakmaya çalışan birisi olarak söyleyebilirim ki en güzel ve en çirkin birbirinin gözlerinin içine hiç bu kadar yakın bakmamıştı.
Hayatı çağlara bölerek algılamak sanırım onu anlamayı kolaylaştıran bir yöntem fakat herkesin sınıflandırma yöntemi galiba aynı değil. Sanayinin gelişimiyle başlayan bir önceki çağ, büyük fabrikaların kurulduğu, depresyonun ne olduğunun anlaşıldığı, hastalıklarla beraber çarelerinin bulunduğu, bireyin yeniden keşfedilip kocaman iç dünyasının sırlarının anlaşılmaya çalışıldığı ve aynı zamanda yalnızlık denilen şeyin derinden hissedildiği, radyonun keşfiyle insanların atom bombasının Nagazaki'deki etkilerini dinlediği bir çağ olmakla kalmamıştı. Yaşadığı çağı genlerinde taşıyan sanatsal ürünler de tabii ki değişmiş ve isteseler de istemeseler de yaşadıkları çağın en büyük tanıkları olmaya devam etmekteydiler. BU sebeple bir çağı okumanın en iyi yollarından birinin o çağın sanatını incelemek olduğunu düşünürüm.
Sonra insanevladı dünyadan ayrılmayı öğrendi ve aya gitti. Ayın yüzeyindeki ilk küçük adımları televizyondan seyredildi. Televizyon seyretmeyi seven insanların sanki yıllardır aradıkları şeyi vermişti onlara. Televizyon renklenir ve çeşit çeşit kanallarla herkesin zevkine göre yayın yapmaya başlarken gazete ve radyolardan 2. DÜnya Savaşını hisseden insanlar artık canlı yayında savaş seyredebilir duruma gelmişlerdi. Seyrettiklerinin kendilerine ne hissettirmesi gerektiğinden emin olamamaya başladıklarında ise teknolojik gelişim dünya çapında bir bilgisayar ağı oluşturmuştu ve insanın gen haritası neredeyse çizilmek üzereydi.
Postmodernizm biraz da bunlar üzerinde yükseldi. Çağının belirsizliklerini hissedenlerin sanatı oldu. Bilinen kurgu yöntemleriyle oynadı. Kurgu başlı başına bir sanat haline geldi, Öyle ki; bazen hikayenin ne anlattığının hiç önemi olmuyordu. Sabah kalkıp elini yüzünü yıkayan bir adamın bütün gününü ilgi çekici bir şekilde anlatabiliyordu postmodern bir yazar.
İlgi çekici hikayeleri anlatan sadece edebiyat değildi elbette. İnsanlar, gazeteden, radyodan, televizyondan, internetten gelen haberlerin de kurgusal olduğunu düşünmeye başladıklarında gerçeğin sıradan bir insanın ulaşamayacağı kadar karanlıkta kaldığına inandılar.
Absürd edebiyatın 2.Dünya Savaşı sonrasının ruh halini anlatması gibi postmodern edebiyatın da içinde bulunduğumuz çağı en iyi anlattığını düşünenlerin sayısı arttı.Yani dünyanın saçma bir yer olduğunu düşünenlerin bir kısmı dünyanın bir belirsizlikler ormanı olduğunu düşünmeye başladılar. Küçük obez çocuğun uğradığında sebep olduğu krizleri ve bu krizlerin deprem gibi doğal olmasa da aynı onun gibi tahmin edilemez olduğunu düşündüğümüzde bu belirsizlik hissine hak vermemek sanırım elde değil.
Şimdi bilgi çağında olduğumuz söyleniyor.Burada kaybolmak üzere olan bir kelime yerine aslında eski bir kelimenin kullanılmaya başlandığını düşünüyorum. İngilizcede 'information' kelimesinin zaman zaman bilgi anlamında kullanılmasından kaynaklanan bir yanlış anlama olduğunu zannediyorum. Oysa 'information' kelimesi aslında malumat anlamına geliyordu. Yani bir şeylerden haberdar olmak. Evet aslında çağımız malumat çağıydı. Sevmediğiniz insanlar hakkında, çıkarlarınız hakkında, hangi hisse senetlerinin yükseleceği hakkında ne kadar çok malumat sahibiyseniz o kadar güçlü olduğunuzu gösteriyordu bu. Tabii malumatınızın doğruluğu belirsizliğini hala korumakla beraber.
Oysa 'knowledge' kelimesinin karşılığı olan bilgiye verilen değer ne yazık ki azalmıştı. Bilimsel gelişmeler, geri dönüşü parayla ölçülen şeyler halini almıştı. Bilgi dokunduğu insanları, toplumları, yaşam tarzlarını, inançları , fikirleri değiştiren gücüyle varolamadı pek.
Belki gerçektende çağımızın, yani malumat çağının, bilgi çağına dönmesi , cehaletimizin azalması belirsizliklerin içinden çıkaracaktır bizi.