Man İn The Chair (2007)
Yönetmen: Michael Schroeder
Oyuncular (ilk 5): Christopher Plummer, Michael Angarano, M. Emmet Walsh, Robert Wagner, Joshua Boyd
IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0489225/
Gözünüzden akan yaş, gözünüzle, yanağınıza inerken izlediği o yolda, öylece durur. Düşmekle düşmemek arasında. Aklınıza ne gelmiştir bilemezsiniz. Aklınız, ruhunuzun da gazına gelip, size böyle oyunlar hazırlar: Düşmekle düşmemek arasında kalan gözyaşları…
Henüz filmlerle konuşmaya başlamadım… Yalan… Seyrettiğim ilk günden beri konuşurum onlarla. Zaten o zamanlar, tüm sinema konuşurdu filmlerle. Kız hep, o ilâçlı gazozu içerdi. Yani bir önceki filmde de içti, akıllanmıyor işte. Tüm sinema, özellikle sevecen anneler bağırır: İçme be kızım be; içme… İçer. Önder Somer, yine başarır…
Ya da sırf, sevdiğinin iyiliği için, onu sevmediğini söylerdi, kahramanımız, kadın veya erkek… Elimizde mendiller –sahici mendiller, daha kağıt mendil yok- “İnanma, seni seviyor…”
İnsan, perdeyle konuşmayacaksa, niye film seyreder ki? Onlar, akrabadan daha yakın bize.
Mesela, Hülya Darcan olsanız. Benim mühür gözlerine hayran olduğum. O da bu filmdeki gibi, aynada kendine ağlayarak bakıyor mudur? Bakmaz bence. Bakmaz, zira O hâlâ güzeldir. Barışıktır kendinle. Ve bilir, O’nu asla unutmayan küçük kalpler var. O’na kendi annesi gibi, O’na ilk gençlik aşkı gibi… Aşk deyince, öyle belden aşağı değil; tamamen kalple… [Hülya Darcan hanımefendiyi, Diriliş – Ertuğrul dizisinde izliyorsunuz, son günlerde]
Kısaca şu: Bir çocuk film çekecek. Örgü bu. Seyredin. O ihtiyar adam, ilk kez google denen çöplükte kendini görüyor. İlk kez… O film çekimi sayesinde, huzurevine bir neşe geliyor. Kulağı duymayan bir sesçi, gözleri iyi görmeyen görüntü yönetmeni… Hâlâ güzelliğinin derdinde, can yaktığı günleri özleyen aktrist.
“Kâğıt üzerine dökemezsen,sahneleyemezsin”… Film çekmesi için yardım etmeye ikna edilen kişi, kendi adını unutmuş neredeyse. Herkes O’na Flash diyor. Yurttaş Kane’in çekimi sırasında almış o ismi. Artık kurgu mu gerçek mi onu bilemem. Çocuğu, okulda açılan o kısa film yarışında yalnız bırakmayacaklar; ikna oluyorlar; ki zaten dünden hazırlar… Ve öyle baştan savma bakmıyorlar olaya. İşlerini ciddiye alıyorlar. İlk işleri “kâğıt üzerine dökmek”. Yazının gücünün farkındalar. Görüntü, olsa olsa yazıyı başka türlü yazmak…
Seyredin ve kendi artistlerinizi düşünün. Merhum Reha Yurdakul’un, muhterem eşine dediği cümleyi: “Başka ülkede doğsam, Antonhy Quin’dim”.
Film ilerliyor. O, gözümle yanağım arasındaki yaş, öylece aşağı doğru… İçim kanıra kanıra, utanmasam sesle… Ağlayarak.
Bir gün,bu film gibi, bu ülkenin de filmi çekilecek. Aynen böyle… Nubar Terziyan. Cevat Kurtuluş,Sami Hazinses… Ve daha niceleri. Necdet Tosun mesela. Değmez mi yani? Ahmet Tarık Tekce…
Film bir de şunu görmemizi sağlıyor: Başarmak, ille de bir yarışa katılarak elde edilmez. Bu sözü niye dediğimizi söylersek, filmin de hiç heyecanı kalmaz.