Söz konusu memleket olunca mesai mefhumuna inanmam. Benim yaşadığım sıkıntıları, benim memleketimin çocuklarının da yaşamasını arzu etmem. Kimse bunun aksini iddia etmez, edemez. Bu uğurda gece gündüz çalışırım. Birilerine şirin gözükmek uğruna, çocuklarımızın gelecekteki mutluluğuna engel olacak davranışların içine girmem. Bu hususu, insan olmanın doğal bir sonucu olarak görmek gerekir diye düşünürüm.
Burada şu soru akla gelebilir. Memleketini o kadar çok seven, memleketi varken gidip başka yerde oturmaz. Bu, çok basit bir inkâr olur. Asıl memleketini çok seven insan, gelişmiş şehirlerde yaşayarak, oraların modern hayatını memleketine taşıyan insandır.
İnsanlar çevrelerinde gördükleri davranışlardan çeşitli çıkarımlar yapar. Örneğin, sizin yaşadığınız şehirlerde olan çaba, insanların olaylara verdikleri tepkiler, memleketinizde olmadığı zaman, aklınıza burada neler oluyor sorusu gelir.
Çocukluğunuzda memleketinizde yaşarken birçok şeyin farkında olamamanız gayet doğaldır. Çünkü o yaşta yapılacak şeyler bellidir. Oyun, ders, aileye yardım vb. işler. Ama büyüyüp aileden uzaklaşınca, çalışma hayatına girince, gurbet ve iş tecrübesi edinince durum çok değişiyor. Önceden sana sıradan gibi gelen işler, artık canına tak ettiriyor. Çünkü gözün açılmış, olayları yorumlama, mukayese etme, muhakeme etme becerisi de gelişmiş oluyor. Artık insanlara bir şeyleri yutturmak imkânsız oluyor o toplumda. Hak geldi mi batıl zayi oluyor, işin aslı.
Çünkü doğrunun olduğu yerde, yanlışa yaşam hakkı yoktur. Bir zamanların sefa süreni, ihmal edeni, vurdumduymaz olanı, şimdilerde sıkıntı içine giriyor. Her taraftan eleştiriler almaya başlıyor. Dört tarafı kırk yamalı bohça gibi dikiş tutmaz hal alıyor durum. Burada işi güzel bir şekilde yapabilmek için, yapılan eleştirilere kulak asıp, işi hakkıyla yapmak lazım. Yoksa yanlışta ısrar etmenin kimseye faydası olmaz.
İnsanlar daha modern şehirlerde yaşarken, siz hala kümes gibi yerlere tıkılıp kalıyorsanız, bunu insanlar anlamakta zorlanır. Belki siz anlatmakta zorlanmazsınız ama dışarıdaki insan için çok garip bir fotoğraf sergilersiniz. Burada kimseyi 'şöhret etmek için' bir şeyler anlatmaya çalışmıyorum. Esasında hepimizin zaman zaman içine düştüğü o kötü durumlardan bir tanesini dile getirmeye çalışıyorum.
Hepimiz insanız arkadaşlar. Her insan zaman zaman zor şartlarla karşılaşır. Bu durum çoğu zaman bilerek ve isteyerek olmaz. Daha ziyade istemeden, kazara bu durumlara düşeriz. Ama bu kardeşiniz de en az sizler gibi veya kim bilir belki de sizden daha çok, istemeden zor şartlarla karşı karşıya kalmış, mücadele etmiş, kendini savunma gereği içine düşmüş veya düşürülmüş olabilir. Onun içindir ki böyle durumları izah etme becerimiz veya ihtiyacımız hâsıl olmuş olabilir.
Yani Nasrettin Hoca misali. Eşekten düşenin halinden, eşekten düşen biri anlar. Başka bir örnek verecek olursak, köyünde mahallesinde ilk defa muhtarlık seçimlerine girip de kazanamamak ne kadar kötü bir duyguysa, insan nasıl dostunu düşmanını tanıyorsa, nasıl yeniden doğmuş gibi oluyorsa, bu da tam öyle bir durum.
Çok değerli arkadaşlarım, bana ayrılan yerin sonuna gelmeden cümlelerimi bağlamak istiyorum. Yine güzel bir şekilde bağlamak gerekirse ki gerekir, her zaman güzel neticeler veren insanlardan biri olma gayreti içinde olan bir kişi olarak şunları söyleyebilirim. Her kim, ne yaparsa kendine yapar. Kimse başkasına bir şey yapamaz.
Dolayısıyla olayları yorumlarken, lütfen kişilere takılıp kalmayalım. Mümkünse isim vermeden, çok rica ve istirham ediyorum, kalp kırmadan iş yapma gayreti içinde olalım. Yoksa kalp kırmak bizim inancımıza göre beytullahı yıkmaktan daha günahtır. Çünkü kalbin mimarı Allah'tır, oysaki beytullahın yani kabenin mimarı bir insandır.
O halde kaş yaparken göz çıkarmayalım. Etrafımızda olan olaylardan görüyoruz, bu dünya kimseye kalmıyor. Sana da bana da kalmayacak. Hoş bir seda bırakarak ayrılalım bu gök kubbeden. Sizleri en güvenilir yere emanet ediyorum. Ramazan bayramınızın bayram gibi geçmiş olması dileğiyle her şeyin gönlünüzce olmasını ümit ediyorum. Kalın sağlıcakla.