BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun hafta içi İtalya'daki toplantıda küresel gıda krizine dikkat çekti. Bunun onulmaz bir sıkıntıya dönüşebileceğini, yakın zamanda ilk etapta 850 milyon insanın (Artık siz tahmin edin o 850 milyon 'İlk etap' insancığın kim olduğunu!) gıda yoksunluğuna bağlı ölümle yüz yüze gelebileceğini anlattı. Bu sorunun önlem alınmazsa önümüzdeki yıllarda tarifsiz bir şekilde çığ gibi büyüyebileceğini ve kendilerini güvende hisseden 2. kuşak ülkelerinin ( Kim o dersiniz!) ardından da gelişmiş(!) dünyaya kadar sirayet edeceğini söyledi. Çözüm önerisi olarak da önümüzdeki 1520 yıl içerisinde gıda üretimini peyderpey arttırarak süreç sonunda yarı yarıya bir artış sağlanması gerektiğini söyledi.
Geçtiğimiz hafta okulda öğrencilerimle yaptığım ayaküstü bir sohbetten bahsedeceğim. Daha önce söylemiştim, ama bir hatırlatma olarak söylemem icap ederse; ben drama eğitmeniyim ve sık sık etkinliklerde bu tip hasbihal etmeler yordamıyla başlayıp umulmadık mecralara doğru akan sohbetler olur. Bu bahsedeceğim konu lise öğrencileri ile yaşanmıştır.
Şimdi, üstteki giriş paragrafına bağlı olarak devam etmek istiyorum. 'Savaş' konulu bir tartışma yaparken elbette ki onun sonuçlarından da bahsediyorduk. En basit sonuçlarından biri de tüm kaynaklarınız sömürüldüğü ve tüketildiği için AÇLIK ve devamında ona bağlı ÖLÜM.
Bu anlaşılabilir bir şey. Ama ortada savaş falan yokken durduk yerde aç kalmak da neyin nesi diye bir soru geldi. Bir başka arkadaş vaziyetin örtülü bir savaş olduğuna işaret etti. Kaynakların kullanıl(A)mamasından tutun da dünyanın en büyük BOR ve TORYUM zenginliğinin bizde olmasına kadar uzayan yer yer kahvehane çizgisinde ilerleyen bazen de Fen Bilgisi dersi sonrası bilgiçliği ile süregiden bir yolda ilerliyorduk ki bir cingöz fikir sahibi arkadaşımızdan şöyle bir teklif geldi;
(Bu anda dinleyeceklerinizin lise düzeyi bir muhabbet olduğunu hatrınızdan çıkarmamanız dileği ile )
"Ya hocam, ben geçen sene Van'a gittim. Yolda bir şey dikkati mi çekti; bazen iki şehir arası saatler sürüyor ve tek bir yerleşime bile rastlamıyorum. Örneğin Van-Ağrı arası... Öyle ortada uzayıp giden bir yol, saatlerce gidiyorsun. Kendi kendime dedim ki- Amma kocaman bir ülke burası ya- dedim. (Bu sıralarda diğer arkadaşlarım 'Eee sadede gel' falan gibi homurdanıyor.)
Şunu düşündüm; şimdi sıkıntımız açlık ya, yanı sıra ona bağlı göçü de hesaba katalım. Neden devlet bu basbayağı sahipsiz duran toprakları işletmez? Örneğin, toprağı olmayan köylüye, çiftçiye neden buraların işletimini vermez.
Mesela devlet diyecek ki, atıyorum, şu kadar toprağın işlenmesini sana veriyoruz, karşılığında da sana ayrılmış bu toprağın dahiline prefabrik ya da benzeri bir ev yapıyoruz, bir ailenin ihtiyacı olabilecek her şeyi de hizmetinize sunuyoruz, karşılığında senden istediğimiz; bu topraktan alınması gereken minimum verimi alman.
Buna karşılık o çiftçiye asgari ücret civarı bir maaş bağlanacak!(Bir başkası araya giriyor ve gülerek, 'Ha ha DEVLET ÇİFTÇİSİ' diyor) Aynen öyle. (Bir diğeri E ama bizim millet yatmaya meyillidir, maaşı alır yatar aşağı-diyor) Ben onu da düşündüm, Çiftçiye diyeceksin ki, 'Sana aldığın ürüne göre PRİM de vereceğiz!' Bak bakalım o zaman yatıyorlar mı? Ayrıca topraklar bu şekilde organize edilince belirli merkezler kurarak eşit bir mesafe aralığıyla buralara temel insani ihtiyaç birimlerini de kuracaksın, okul, sağlık ocağı falan.
Bana kalırsa büyük şehirlerden tersine göç başlar. Tabii inanılmaz bir ürün patlaması da yaşanırken bu ürünlerin dünya pazarına ihraç edilmesi ve oradan gelecek yüksek geliri düşünün.
Bu hem AÇLIĞA hem İŞSİZLİĞE hem GÖÇE hem de genel GELİRE olumlu etkiler sağlamaz mı? (Diğer gençlerden biri- Bunu sen mi düşündün lan!-diye durumu sabote etmeye çalışıyor, bir diğeri, -Sana ne be, kim düşünmüşse düşünmüş, sen fikre bak-diyor ve ekliyor,-Neredeyse sıfır maliyetli müthiş bir iş!-)
Ben bu olağanüstü ve bana göre tarihi diyaloga şahit olduktan sonra arkadaşlarıma, bu ve benzeri fikirlerin tarih boyu çok kez mütalaa edildiği; bunun zaman zaman anarşistlik olarak algılandığı, kimi zaman derebeyler, kimi zaman aşiret reisleri, kimi zaman para babaları, bazen de devletler nezdinde kabul edilen (Niyeyse) kotalar neticesinde bu olumlu ve maliyetsiz pratik fikirlerin yok sayıldığı ve hatta düşünenlerin cezalandırıldığını(!), bazı iyi niyetli devlet adamlarının (Örneğin yakın zaman, KÖYKENT, ECEVİT) girişimlerinin de savuşturulduğu ve tarihin karanlığına gömüldüğünü anlatacaktım ki devletin resmi zili çaldı... Güldüm...
Sağlıcakla kalın