Bizi şaşırtan ölümdür. Hayatı tümden biliyoruz zannıyla yaşarız; bizi şaşırtan ölümdür…
Türlü fikirlerle büyütürüz kendimizi. İşte eski hikâyeler, sağcıyız, solcuyuz falan… Oysa hayat karşısında eşitiz; yani ölüm karşısında… Doğumda da eşitiz…
Eşitliğimizi bozan bir adaletsizlik kurarız sonra. O adaletsizlik, dünyanın düzeni olur. O düzene uymayan tek şey ölümdür ve doğum… Lakin en çok ölüm. Zira bizi hüzne boğar.
Gücünün zirvesinde olan epey kişi öldü. Devrim yapanlar, düzen kuranlar, din kurucuları… Artlarında sevenlerini bırakarak gittiler. İşte asıl gidişat budur: doğarsın ve ölürsün…
Hiç unutmam, bir telefonuyla türlü işler becerdiğini söyleyen bir arkadaşım, müthiş bir böbrek sancısıyla terledi karşımda. Orda ona bir espri yaptım, şimdi burada anlatmayayım. Netice?.. Anladı, hiç de güçlü değil. Güçlü değil, çünkü ölüm var. Cümle daha değişik kurulabilir: Çünkü doğum var.
Hiçlikten geldiğine sevinir de doğan, hiçliğe gideceğini asla kabullenemez. En azından, inanmış olanların gideceğini düşündükleri bir yer var. Oysa kabullenmeli insan: Geldiğini bilmeden geldiğine göre, gittiğini bilmeden de gitmeli… Gidebilmeli…
Yüzümüzde gülücükle kabullendiğimiz gibi hiçlikten geleni, hiçliğe de aynı güçle yolcu edebilmeliyiz. Zor… Bunu en iyi ben biliyorum, aynı sizin gibi; zor… Fakat mantıken mümkün: Boşluktan geldiysek, bir boşluğa da gidebiliriz, kabullenmeliyiz…
Şimdi sürekli bu yangını duyuyorsun. Omzunda uyuduğun birini kaybettin. Senin omzunda uyuyanları ihmal etme o halde. Onlar da bir gün seni yitirecek. Ne kadar fazla omzunda uyurlarsa o kadar iyi…
İnanmasak da bir yer olmalı. Daha önce bir yazıda değindim ucundan kıyısından, kimse doğduğunu bilerek doğmadı. Rahminde uyurken ne haldeydi, kimse bilmiyor bunu. Toprak da son rahimdir… Oradan sonrasına da teslim olmak icap eder. Anne rahminden öncesine nasıl teslim olduysan, buna da teslim olmak icap eder… Bu inceliği yakalarsan, o kadar çok yanmazsın. Yıkılmazsın.
Eğer biri bana, doğumundan öncesini anlatabilseydi, hatta doğumunu anlatabilseydi, bu denli inanmazdım toprağın rahmine girince de aynı bilgisizlikleyiz… Anlatabildim mi? Yani diyorum ki, doğarken bilgisizliğimize pek aldırmıyoruz; kabulleniyoruz doğumu. Ölümü de aynı bu sebeple, aynı bu şekilde kabullenmek lazım.
Diyorum… Lakin inanın, bunu en çok kendime diyorum. Bir gün, mantıken güçlü olan bu anlatım, dilerim kalben de güçlü hale gelir. Doğduğumu kabullendiğim gibi ölümü de kabullenemezsem, cidden kahrolurum…
İşte kabul: Ölüm var…
Ufuk çizgisinde kaybolan gemileri hatırla. Bunu görmediysen bile tahmin edebilirsin: Orda, gözümüzün önünde yitip giderler. Biliriz, oralardalar, sadece biz görmüyoruz. Ufuk çizgisinde kaybolan bir geminin, “yok olduğunu” söyleyen aptaldır. Biz o gemiyi görmüyoruz diye o gemi kayıp falan değildir. Kendi rotasında, uzak limanlardadır. Göremeyiz, biliriz: Uzak limanlarda…
Aslolan hayattır hülasa. O, uzak diyarlara giden gemileri yolcu eden kıyıda durmaktır aslolan.
Bir gün bizim de ardımızdan el sallayacaklar, o ufuk çizgisinde kaybolacağız. Ufuk çizgisinde kaybolana “yok oldu “ diyen aptaldır. Değil midir?..