(Dünden devam)
Başgil, Atatürk’le ilgili bu bilgiyi verdikten sonra, devamında, İnönü dönemine geçer ki, biz de, burada, bir hususa dikkat çekerek açıklık getirdikten sonra, yazının devamıyla bu bahsi sürdüreceğiz.
Esâsen, Türkçe’deki bu “kendine geliş hareketi”, Yûnus Emre’nin Türkçesi’nin birkaç asır sonraki tâkipçileri olarak, 1911’de Selânik’te yayınlanan ve başmuharrirliğini Ali Canip Bey’in yaptığı Genç Kalemler mecmuasıyla Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’le başlar. Lisanda sâdeleşmeyi esas alan, yeni bir millî dil inşâsı şuûruyla hareket eden bu öncüler, Türkçe’ye girmiş olan bilhassa Arapça ve Farsça kelimeleri atmak yerine, onları, anadil ile kaynaştırarak onlardan istifadeyi hedef almışlar, böylece, hem dilin târihî tekâmülü içersindeki hareketini sekteye uğratmamışlar ve hem de Türkçe’ye yeni kelimeler katarak zenginleşmesini sağlamışlardır. Bu durum, ifade ettiğimiz gibi, en üst seviyeye Yûnus Emre’de ulaşmıştır.
Şimdi, Başgil’in, sözünü ettiğimiz yazısıyla devam edelim:
“ İnönü iktidâra gelince, o da Atatürkvâri işler yapmak istedi. Fakat yapılacak işler yapılmıştı. Bir nevî aşağılık duygusuyla, büyük iş başarmak sevdâsına kapılan İnönü dil meselesine sarıldı ve bu meseleyi yeniden ele aldı. Atatürk’ün bu işi başaramamış olduğunu sanarak, atalar mîrası dilimizi harap ve perişan bir hâle koydu. Dilde yok yere ihdas edilen bugünkü anarşi, en az yüz sene sürer, sanırım. Yâni Türk tefekkür hayatı yüz seneden evvel yoluna girmez. İnönü’nün bu tahrip yolundaki maşası maâlesef Hasan Âli Yücel oldu. “( 10)
Böylece; zâten, büyük çapta iç ve dış tecâvüzlerle bozulan Türkçe’nin “ana dokusu”nu düzeltmek maksadıyla kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti, daha işin başında, sonradan kendini toparlamaya çalışmasına rağmen, hedefini şaşırmış ve bu durum, maâlesef günümüze de bu menfî tavrıyla ulaşmıştır.
Başgil; eserinin ilk bölümünde, maksadını şu cümlelerde ifade ediyor:
“ Benim nazarımda ve tarihin öğrettiği hakikatler önünde, bu memlekette “ Osmanlıca” ve “ Öz Türkçe”, beyaz Türkçe, Kızıl Türkçe…gibi birkaç dil yoktur. Nitekim bu topraklar üstünde Osmanlılar, Öz Türkler…diye kimi, Bizanslılar gibi, gelip geçmiş; kimi de nereden gelip ne idüğü belli olmayan birçok millet yoktur.
Bu topraklar üstünde tek millet vardır: Muhtelif soy unsurlarının uzun bir tarih vukuatı ve istihaleleri içinde ve bir çok ruhî ve içtimaî faktörlerin yumruğu altında yuğrulup Türk ekseriyetinin kanı, inancı ve kültür ile kaynaşmasından hasıl olan ve ülke hududları Lozan muahedelesiyle çizilen bugünkü Türk milleti. Bu milletin de bir tek dili vardır: Yerli ve yabancı muhtelif dil elemanlarının tarih kazanında kaynaya kaynaya helmelenip( iyice pişip) hamur olmasından meydana gelen ve her büyük milletin dili gibi, iç ve dışmantığının icaplarına göre, yavaş fakat devamlı bir tekâmül süzgecinden geçerek süzüle süzüle bugünkü berraklığını bulan memleket dili Türkçemiz. Sayısız fikir ve kalem sahibi nesillerin asırlar içinde göz nuru dökerek karınca sabrıyla işleyip şimdiki inceliğine eriştirdiği atalar mirası Türkçemiz. Çatısı ve yapısı itibarıyla dünyanın en modern, âhengi ve edâsı itibarıyla en şirin, sadâsı ve telâffuzu itibarıyla dünyanın en hoş ve tatlı dillerinden biri olan güzel Türkçemiz. Millî kütüphânemizi dolduran ve bugünlerimizi dünlerimizin asâletine bağlayan, ilmî ve edebî sayısız kitapların ve kitabelerin sessiz ve mukaddes dili Türkçemiz. Her kelimesinde asil bir milletin en az bin yıllık bir tarihinin biriktirdiği mânâ ve hâtıralar saklı bulunan lisan şekline girmiş millî ruhumuz, hararet ve heyecan ocağımız, ana baba dili canım Türkçemiz. Çocuklarımızın evde ana babalarıyla, mektep koridorlarında hocalarıyla, herkesin sokakta, pazarda, iş üzerinde ve ahbaplık ederken birbiriyle konuşup anlaştığı millet malı ve âmme patrimuvanı( kamu mirası) Türkçemiz. ” (11)
“ Yalnız şunu biliyorum ki, bu memlekette dilimizin başına gelenler hiçbir büyük millet dilinin başına gelmemiş ve uğradığı suikastin tarihte misli görülmemiştir. Ve işte burada, sizinle dilimizin bu talihsizliği üzerinde dertleşecek, içimin acılarını dökeceğim. Bir mütehassıs gibi yahut bir partici ve politikacı gibi değil; neticesi nesillere sürecek olan en büyük bir memleket meselesi üzerindeki kanaatlerini söylemek vazifesiyle, vicdanen ve ahlâken, mükellef bir vatandaş gibi konuşacağım. Partici ve politikacı olmadığım gibi dil mütehassısı da değilim. Dil bahsindeki bilgim, her münevver Türkün bilgisinden fazla değildir. Fakat ne beis var? Ciğerinden yaralı bir insanın acı duyup feryad etmesi için ciğer mütehassısı doktor mu olması lâzımdır.” ( 12)
Başgil Hoca; yaşanan dil fâciasının dehşetini, târihî bir tecrübeyle îzâhla şunları söylüyor:
“ Koca Marcellus! Seni burada anmadan geçmek kabil mi? Hükümetle memleket dili arasındaki münâsebetin hakikatini, bundan iki bin yıl evvel sen görüp söyledin. Hükûmet adamlarına doğru yolu, hakîm bir mürşid cesâretiyle sen gösterdin. Ruhun şâd olsun.
Rivâyet olunur ki, eski Romanın şiddetli ve dehşetiyle meşhur hükümdarlarından Tiberius, bir gün Roma âyanına yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime kullanır. Yüksek otoritesini iyice göstermek için olacak ki, kelimeyi iki defa üstüne basarak tekrarlar. Âyandan Marcellus, hükümdarın sözünü keserek, memleket diline hürmet etmesini rica eder. Derhal efendisini müdafaya atılan saray adamlarından Capito der ki:
-Marcellus! Bahis mevzuu ettiğin kelime, tutalım ki memleket dilinden değildir. Fakat mademki Roma İmperium’unun şanlı sahibi Sezar’ın ağzından çıkmıştır, artık memleketli olmuştur. Bilesin ki, Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kadirdir.
Bunun üzerine Marcellus, salonu kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sadece hikmet ve hakikat olan şu cevabı verir:
-Capito yalan söylüyor. Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, mevki ve rütbe ihsan edebilirsin; fakat memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkı veremezsin.
Elbette veremez. Zira bir memleketin dili, o memleket tarihinin ve psiko-sosyolojik varlığının mahsulü ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip emânet ettiği bir ocak mirası ve bir ecdad mülküdür. Bunda kimsenin, hükümet adamı sıfat ve otoritesiyle tasarrufa hakkı yoktur. “ ( 13)
Ali Fuad Başgil, Türkçe’nin yaşadığı bütün bu kötü ve sıkıntılı hâllerden, zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i mes’ûl tutar.
Halbuki; Hasan Âli Yücel, Atatürk döneminde, Celâl Bayar hükûmetlerinde de, ondan sonraki Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu hükûmetlerinde de Millî Eğitim Bakanlığı yapmıştı.
Başgil’in şikâyeti, doğrudan doğruya, Millî Şef vasıflı İsmet İnönü ile Hasan Âli Yücel’dendir. Zîrâ; İsmet İnönü, 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı olmuş ve dil hakkındaki istek ve emellerini Hasan Âli Yücel vasıtasıyla yürütüyordu ki, Başgil’in bu husustaki kanaatini, yukarıda; “ İnönü’nün bu tahrip yolundaki maşası maâlesef Hasan Âli Yücel’di.” ( 14) cümlesiyle arzetmiştim.
Şimdi ise, bu döneme dâir iki mühim ve ibret verici dil tespitinden sonra, tekrar, Başgil Hoca’nın görüşlerine döneceğim. Şunu da hemen ifade edeyim ki; İnönü öncesi hâriç, Hasan Âli Yücel, 28 Aralık 1938’den 5 Ağustos 1946’ya kadar Millî Eğitim Bakanlığı’nı sürdürmüştür.
Birinci ibret vesîkası, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’na âittir. Diyor ki: “ Anlatacağım şu hâdise daha da ibret vericidir:
Bir gün, zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan-Ali Yücel, Prof. Sıddık Sami Onar’a tesadüf ediyor. Yücel, liseden sınıf arkadaşı olan Onar’a:
-İdâre Hukukunun Esasları adlı eserini okudum, fakat dilini beğenmedim. Ne kadar Osmanlıca kelime kullanmışsın, diyor. Onar da:
-Ne yapayım, dilimizde hukuk mefhumlarını yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek şekilde karşılayan ve herkesçe kabul edilmiş Türkçe kelimeler yoktur, diye cevap veriyor.
Sıddık Sami Onar’ın bu haklı müdafaasına karşı devrin Millî Eğitim Bakanının cevabı şu oluyor:
-Ne yapalım efendim, Osmanlıca kelimeleri gene de kullanmamalıydın. Varsın kitap eksik kalsın. Meselâ ben Mantık kitabımın son baskısında, söylemek istediklerimin yarısını yazamadım, ama eser öz Türkçe oldu ya, sen ona bak! ( 15)
İsmet İnönü-Hasan Âli Yücel dönemini anlatan ikinci ibretlik yazı, “Ruhumuzun Dişleri” adıyla Necip Fâzıl’a aittir:
“ Maarif Vekâletinin (Dünya Edebiyatından Tercümeler) umumî başlığı altında meşhur filozof (Dekart)dan tercüme ettirdiği ve 1943’te bastırdığı ( Felsefenin ilkeleri) isimli kitabı açınız!
Hatalarımız istem alanının anlıkımızınkinden daha geniş olmasından ileri geliyor. (Sahife 58, satır 12)
Her tözün bir sanı vardır, ruhunki düşünce, cisminki uzamdır. (Sahife 72, satır 13)
Nasıl düşünen töz, cisimsel cevher ve Tanrı üzerine seçik fikirler edinebiliriz? (Sahife 73, satır 7)
Ve bakan ve başkan ve danıştay ve sayıştay ve yargıç ve savcı ve eğitim ve yönetim ve anlam ve önem ve onaylamak ve sağlamak ve ilke ve gelirge ve arıus ve usdeyi ve acun ve evren ve amaç ve kıvanç ve okul ve kurgul ve ulusal ve kutsal ve filân ve fişman…
Evet, ruhumuzun mânâ öğütücü öz dişleri sökülmekte ve yerine bu teneke kaplı (porselen) dişler takılmaktadır. Bu dişlerle, suyu bile çiğnemeğe imkân yoktur. Sebebini göstereceğiz.” ( 16)