Milletleşmede, ilk basamak dildir. Dilin; anlaştırıcı, birleştirici, kaynaştırıcı, mâzîyle irtibatlandırıcı ve geleceğe dâir müşterek ülküler etrafında hedef tesbit edici vasfı, onu, aynı zamanda kültürün de ilk unsuru yapar.
Yâni; dil, milletleşmede , ilk ve tek “ vazgeçilmez”dir.
Bir milletin, kültürsüz olması kaabil değildir ve bunda, müessir olan ilk unsur da dil’dir. Şöyle veya böyle, dili olan her topluluk, belli bir kültüre sâhip olur. Bu durum; hiç şüphesiz ki, ictimâî bir vakıadır. Muhakkaktır ki, dili de kültürü de tesir altında bırakabilen tâlî âmiller de vardır. Bu tâlî âmillerin bir kısmı kendinden, bir kısmı da “dışarıdan” gelmedir. Bir dil veya bir kültür, bu tâlî âmillerden, kendisiyle tezat teşkil edenlere ne kadar mukavemet eder ve bunlardan, “ kendi bünyesine uyum sağlayanları ne kadar nüfûzu altına alabilir ve umûmî yapıya tesir ettirmeden içinde eritebilirse”, o derece başarılı olur, hattâ zenginleşir.
Şüphesiz ki, dil, kültürün - ve aynı zamanda târihin- birinci derecede “ taşıyıcısı”dır. Dile yüklenen mânâlar, mensûbu olduğu milletin “ mizâcı”dır. Bu mânâlar, ilk çıkışlarında “ mahallîlik” le adlandırılmalarına rağmen, müşterekleştiklerinde, en büyük ve en mühim “ millî kıymet” hâlini alırlar.
Mahallî hususiyetler, burada, aslâ geride değil, “ millî ” yi besleyen, destekleyen, onun, vücût bulmasını sağlayan tâlî damarlardır. Yâni; mahallî dil, “ şahdamar”ı besleyen öz be öz millî kaynaktır. Tekrar ifade edelim ki; “mahallî”, kat’iyyen , ikinci durumda değildir. Aslâ!..
Millî kültüre dâhil olan her unsur, her ân yeni müdâhalelere mârûz kalabilir. Burada, en çok dikkat edilmesi gereken husus, “ bozulmaya” sebebiyet verebilecek olan “ yabancı unsurlar” ile, dili içten zedeleyebilecek olan ” kaidesiz-başıboş uydurma kelimeler”in geçişine fırsat vermemektir. Mecbûrî geçişlerde ise, onu, umûmî yapı içersinde en aza indirebilecek çâre ve tedbirleri zamanında alabilmektir.
Türkçe; Türk kültürüne köprü teşkil eden, târih içersinde çok geniş coğrafyalarda yaşayan ve çok çeşitli dillerden ( Çince, Rusca, F(ı)ransızca, Arapça, İngilizce, İbrânice, Yunanca, Süryanice, İtalyanca..) kelime alan; ve , tabiîdir ki, birçok başka milletin diline – az veya çok- kelime veren , - yüzün üzerinde devletin- ve son olarak da - bir Cihân Devleti’nin dilidir. Türkçe’den kelime alan dillerin bâzıları : “ Rusça, Arnavutça, Ermenice, Sırpça, Farsça, Arapça, Yunanca, Çince, Bulgarca, İngilizce, İtalyanca ve Almanca..”dır.
Banarlı, “ İmparatorluk Dilleri “başlıklı yazısında şöyle der :” Milletlerin dilleri üzerinde söz sâhibi olacakların; dili, milletten ve millî mâzîden ayrı varlık gibi görmeleri büyük gaflettir.
Böyle kimselerin, millî dillerini her şeyden çok sevmeleri ve sevmekten de üstün bir duyuş ve düşünüşle o dili anlamaları beklenir.” ( 1)
Banarlı, yazısına şöyle devam eder: “ Bir kısım diller vardır ki yalnız bir vatanda değil,birçok vatanlarda devlet kurmuş, hâkimiyyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir.
Bu diller, pek tabiî olarak, medeniyyet ve hâkimiyyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de zengin, büyük diller’dir.
Bir başka şöyleyişle, bunlar, alelâde devlet dilleri değil imparatorluk dilleri’dir.
(...) Çünkü, dünyâ târîhinde hem askerî ve idârî imparatorluk, hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler azdır.
Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki, Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir.
Bu dillerin hiçbiri özdil değildir.” ( 2)
Bu da gösteriyor ki; her dil, bir başka dilden ihtiyacı kadar kelime alabilmektedir. Bu “ alış”; o kelimenin karşılığının, o dilde bulunmaması sebebiyle, ihtiyaca binâen olabilir. Ayrıca; ana yapıyı, hem mânâ, hem kültür ve hem de zarâfet bakımlarından bozmaması gerekir. Şüphesiz ki, bunda, çok îtinâlı ve dikkatli olmak gerekir.
Bilinmelidir ki; din dâhil, millî kültürün bütün unsurları, dil ile “ kayıt altına” alınır. Kültür, bir hazîne ise, dil de onun anahtarıdır.
Geçirdiği ve geçirmekte olduğu sıkıntılara rağmen, Türkçe, köklü, zengin ve cihânşümûl bir lisândır. Bu gücü vardır ve bu gücü, “ yan/tâlî/ecnebî “ bütün tesirleri alt ederek artacaktır.
Bununla berâber; nasıl ki, Batı dillerinin arkasında menşe ve destekçi olarak bir “Lâtince ve Yunanca” var ise, Türkçe’nin arkasında da takviye mâhiyetinde Arapça ve Farsça’yla beslenen Osmanlı Türkçesi yâni Osmanlıca bulunmaktadır. Bu Türkçe; Selçuklu Türkleri’nin son zamanlarından îtibâren kullanılmaya başlanan ve takrîben Cumhuriyet’e- hattâ günümüze- kadar yediyüz seneyi aşan zamandır devam eden bir Türkçe’dir. Onu, kendi şartları içersinde kullanılan bir lisan olarak görmeli ve aslâ Türk milletinden ayırmamalıdır.
Peyami Safa, “ Gençlik Ve Millî Kültür” başlıklı yazısında bununla ilgili olarak şöyle der: “ Osmanlı Türkçesi zâten bugün konuştuğumuz dildir. Lise gençlerine onun başlıca kaidelerini, lûgat mânalarını ve yazı şeklini öğretmekten, dil hazînesini zenginleştiren eserlerle dikkatini ve zevkini temasa getirmekten başka yapılacak şey yoktur.” ( 3)
Doç. Dr.Ali Karamanlıoğlu, Yeni Türkçe başlıklı yazısında ise, bu hususta şu görüşe yer verir: “ Ancak hemen belirtmeliyim ki, her dilde konuşma dili ile yazı dili arasında bir fark bulunması olağandır. Fakat bizde Osmanlıca yazı dili olarak, konuşma dili ile arasında olması tabiî olan farkı çok aşmış, âdeta bir “ imparatorluk dili” hâline gelmiştir. Bir de yine bu vesile ile belirteyim ki, bizde Arapçanın ilim dili oluşu gibi, son zamanlara kadar Batı dünyasında da Latince aynı durumda idi ve Batı dillerine de Latinceden birçok kelime ve terim girmiştir. Almanca ve İngilizceye Latin asıllı Fransızcadan da birçok kelime girmiştir, bize Arapça ve Farsçadan girişi gibi. Ancak onlardaki durumun bizden farkı netice itibariyle Batı milletlerinin aynı kültürden ve en önemlisi Hind-Avrupa denilen aynı aileden gelmeleridir. Bizde ise İslâmdan önceki kültür ve medeniyetlerimiz ayrı idi. İslâmın bütün birleştirici gücüne rağmen, Araplar ve Arapça Samî aileden, İranlılar ve Farsça Hind-Avrupa ailesinden; biz ise, Altay ailesinden geliyorduk. Tanzimattan sonra yöneldiğimiz Batı dünyası ise, hem bu bakımdan hem de kültür bakımından yabancı idi. Bugünkü durumun ve karışıklığın sebepleri arasında bunlar da vardır. “ ( 4)
Bilmek gerekir ki; “ Fransızca ve İngilizce’de en az 75.000 kelime, imlâda ve mânâda müşterek, söylenişte ayrıdır. Aynı kelimeleri, İngilizler İngilizce’nin, Fransızlar da Fransızca’nın sesiyle söylerler. Her ikisi de bu kelimelerin çoğunu Lâtince’den aldıkları hâlde tamâmiyle kendi malları, kendi millî kelimeleri bilirler. “ (5)
1913-1916 yılları arasında, Sadrazam olan ve 6 Aralık 1921 târihinde evinin önünde bir Ermeni komitacının 34 kurşunu ile alnından vurularak şehîd düşen Said Halim Paşa’nın “ kelimeler”in de rûhu olduğunu belirten şu sözleri çok ilgi çekicidir:
“ Edebiyatımızın ortaya koyduğu eserler ruhumuzun değil, fikirlerin muhassalasıdır. Kaçak olarak yurdumuza sokulmuş fikir ve hislerden meydana gelmiş sun’î bileşimlerdir.
Millî ruh, edebiyatımızın da dışında tutulmuş, onun yerine kaynakları çok değişik, birbiriyle ilgisiz birçok ansiklopedik malûmat meydanı doldurmuştur. Bu hâl, edebiyatımızı şahsiyetsiz bir şekle sokarak acınacak bir derekeye indirmektedir.
Dikkat edilirse edebiyatımızda, ifade vasıtası olan kelimelerden başka Türklükle ilgili hemen hiçbir şey görülemez. İlhamın yerini yapmacık, derin ve samimî hislerin yerini de keskin ve serbest bir zekâ almıştır. Bu da, millî ruhumuzu kuvvetlendireceğine, gevşetiyor. Edebiyatımız, kuvvetli ve gerçek imanlar meydana getireceğine, zararlı şüpheler, tereddütler ve inançsızlıklar saçıyor. Neticede tabiî olarak, çok tesirli bir bozgun ve çözülme oluyor.” (6 )
Demek ki; “ kelimelerin” de “ ruhu”ları yâni onların içini dolduran târihe hükmeden” mânâ”ları vardır. Onlardaki bu “özü” koparır-söker alırsanız, ortada sâdece kupkuru harflerden mürekkep bir dizi kalır.
Başgil’in, Türkçe meselesi ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, örnek teşkil edebilecek bâzı “ tecrübî bilgileri” istifadeye sunmayı uygun gördük.
İhtisas sahaları hâricinde, tıpkı ihtisas sahalarında olduğu gibi, “ kemiyet” bakımından olmasa bile, “ keyfiyet” bakımından, çok üst mertebedeki eserleriyle- az da olsa- cemiyetimizi irşâd eden ilim, fikir ve san’at adamlarımız çıkmıştır, çıkmaktadır ve çıkacaktır.
Bunlardan bâzıları, sâdece, kendi zamanlarına münhasır kalmamış, ilerki zamanlara da ışık tutma başarısını sağlamış ve göstermişlerdir. Bunlardan biri, hiç şüphesizdir ki, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’dir.
Şunu hemen ifade edeyim ki, başlığa aldığım “ Türkçe Meselesi”, Ord. Pof. Dr. Ali Fuad Başgil’in kitaplarından birinin adıdır. Kendi beyanlarıyla, bu kitaptaki yazılar: “ 1945 senesinin yaz ayları sonunda Cumhuriyet ve Vatan gazetelerinde makale olarak çıkmış, daha sonra da 1948 senesinde “ Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti” tarafından küçük bir broşür hâlinde neşredilmiştir."(7)