(Dünden devam)
Açık bir şekilde görülmektedir ki; Türkçe’nin târihten getirdiği millî ruhu hedef seçilmiş; tahribatı ise, özleştirme, arılaştırma adıyla, kelime uydurmacılığıyla katliama dönüşmüştür. Bu tavır; ilimden uzak, halkı anlamayan câhilâne bir siyâsetin kölesi olmaktan başka bir şey değildi, olamadı.
Bu umûmî mülâhazaların ışığında, şimdi de, Başgil’den bazı numûnelerle Türkçe Meselesi’ne dâir görüşlerini arzedelim:
“ İki sene evveldi. Üniversiteden bazı profesör arkadaşlar, felsefe terimleri için Ankara’da toplanan komisyona çağrıldılar. Bir hafta veya on gün sonra mıydı, iyi bilmiyorum, birer ikişer dönüp geldiler.
- Hoş geldiniz ama, ne çabuk döndünüz? Dedik.
Yapılacak iş zaten hazırlanmış imiş, biz gidip reylerimizi verdik, dediler.
-Bu nasıl olur? Bir memleketin asırlar içinde ve nesillerin gayretiyle yerleşip olgunlaşan ilim ve felsefe dili el kaldırılıp rey vermekle beş on günde değişir mi?
-Onu sormayınız: Komisyonda sizin gibi biri de buna şaştı ve böyle bir itirazda bulunmaya teşebbüs etti de susmaya mecbur oldu, dediler.” ( 17)
“ Daha geçenlerde, mevzuumuza dair okuduğum bir yazıda, Dil Kurumunca otuz beş bin yeni kelimenin hazırlanmış olduğu müjdeleniyordu. Bu mesaiyi ve bu neticeyi takdir etmekle beraber, kendi kendime şunu sordum: Bu kelimeler niçin peyderpey serbest dil piyasasına sürülmüyor da, adeta baskına hazırlanan bir tümen gibi mevcudunu ikmal etmeyi bekliyor? Yoksa bunlar ana kânûnlarımızın oturmuş kelimelerini tekmeleyip yerlerine geçmek için fırsat mı kolluyor? “ ( 18)
“Yüzlerce senelik bir tarihin öz evlâdı olan Türkçemizi kimin öldürmeye hakkı olabilir? Anlıyorum, samur kürke ihtiyacı olan dostlar var. Fakat, merhamet buyurulsun, pösteki bizimdir. Ve düşünülsün ki, bugün dinmek bilmeyen ihtiraslar yarın son nefeste bir yudum su ile sönecektir.
Sorarım ihtiyar tarihe: Dilci ve gramercilerin el ile bir millet dili icât edildiğini ömrü boyunca görmüş müdür? “ ( 19)
“ Daha on yedinci asırda meşhur Fenelon bu hakikati görmüş ve “ akademi istilâh (tâbir, terim) icât ederek bir emirname ile ilân levhasına asamaz. Buna halk isyan eder” demiştir. Filhakika, bugün dünyaca tanınmış olan, Fransız akademisi, üç yüz küsür yıllık muvaffakiyetli ömründe, üç kelime icât etmiş değildir.
(...) Esasen Fransız ihtilâlcileri, eski rejimden kalma neler varsa hemen hepsini süpürüp çöplüğe attıkları hâlde, Fransızcaya el uzatmaktan çekinmişler, çünkü bu millet dilini, uğruna kan döktükleri millet ve vatan ülküsünün cismi ve canı telâkki etmişlerdir.” ( 20)
Başgil Hoca; koyduğu bir notta da şunları söylüyor: “ 1945 senesi sonlarında Üniversite Rektörlüğü, Maârif Vekâleti’nden aldığı işaret üzerine olacak ki, fakültelere bir tebliğ göndererek fakültelerin üniversite bütçelerinden bastıracağı bütün eserlerde Vekâletçe kabul edilen “ terimler”in kullanılmasının mecburi olduğunu bildirmişti. Hattâ bir aralık rektörlükte bir sansür heyeti kurularak hocaların yazdıkları kitapları, basılmazdan evvel, “ terim” bakımından bu heyetçe düzeltilip vize edilmesi yoluna bile gidilmişti. “( 21)
“ Kendi hesabıma hükmümü çoktan vermiş bulunuyorum. Memleket dilini çengelde asılı ekmek sepeti sanan politikacı yazarlar hücum ede dursunlar dil davası üzerindeki hükmüm değişmez; müthiş bir hükümet hatası ve memleketin iç yarası!
Tekrar ediyor ve dünya bilginlerini şahit tutuyorum: Dil işi, bir hükümet ve politika işi ve bir kanun mevzuu değildir.” ( 22)
Ord. Prof. Dr. Ali Fud Başgil, Fransa’dan Mektup başlıklı yazısında da şu görüşlere yer verir:
“ Türkiyemizin son devrinde ilim adamı ve yüksek tefekkür şahsiyeti niçin yetişmedi?
Yetişmesi için, neyimiz eksikti? Zekâmız mı? Fikrî hazırlığımız mı? Çalışmamız mı?
Hayır, hiç biri eksik değil. Son devirde, Türkiyemiz Garp ile çok sıkı bir kültür münasebeti kurmuştur. Muhtelif Avrupa merkezlerine yüzlerce Türk genci gitmiş ve bunların bir çoğu kıymet kazanarak dönmüştür. Fakat, bu kıymetlerin ekserisi burada susuz kalmış gül gibi solmuştur.
Niçin? Burada eksik ne idi?..
Üç kelime ile: Hava, iklim, muhit…
Herkes bilir ki; ilim kudret helvası gibi gökten inmez. Âlim ot gibi yerden bitmez. Âlim yetişmek için, mânevî bir hava, iklim ve muhit ister. Herkesin bilmesi lâzımdır ki, emniyet, hürriyet ve adâlet olmayan bir yerde, ilmin istediği hava, iklim ve muhit yoktur. “ ( 23)
(...) Bilindiği gibi, Fransızca; Lâtince, Grekçe kelimelerle eski Frank kelime elemanlarından mürekkep bir lisandır.
Fakat, hiçbir Fransızın, yabancıdır diye, bu kelimeleri atmak ve yerlerine kelime uydurmak, hayalinden bile geçmez. Ya şu muazzam Anglo-Amerikan dünyasına ne dersiniz? İngilizce; bir yarısı Fransız, öbür yarısı Alman kelimelerinden teşekkül etmiştir. Fakat, Anglo-Amerikan milleti içinden hiç kimsenin ve hiçbir zümrenin çıkıp da, bunlar yabancıdır diye Fransız ve Alman kelime elemanlarını dillerinden atmak, aklından geçmiyor.”
(...) Bize gelince; senelerden beri, ardı arası gelmeyen diktoriyal idâreler, tutturdular: Hayır sen, en az bin senelik bir tarih içinde, aheste aheste teşekkül etmiş, her devirde biraz daha teşekkül ederek bugünkü güzelliğini, âhengini ve emsâlsiz zevkini bulmuş olan millî dilini bırakacak ve benim beğendiğim dil ile konuşacak ve yazacaksın, dediler.”
(...) Netice ne oldu? Evvelâ, yıkılan dil ile birlikte ilim ve fikir hayatı da yıkıldı. En az yüz seneden önce, bu memlekette ilmin ve ilmî tefekkürün dirilmesine imkân yoktur. Çünkü, ilmin yarısı fikir, yarısı da lisandır. Fransızların dediği gibi, “ Mükemmel bir ilim, mükemmel bir lisandır. “ ( 24)
Başgil’in; Uydurma Dil Modası başlıklı yazısında ise, “ uydurmacılığın” nerelere kadar ulaştığını gösterdiği, bir-iki örnek sunacağım:
“ Hiç unutmam, 1935 yazında, bir gün, Ada vapurunda, rahmetli Eskişehir mebusu Yusuf Ziya Hoca ile buluştuktu. Ankara’dan geldiğini ve beş yüz sahifelik bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dâir diye sordum. Arapça’nın Türkçe’den çıkma olduğuna dâirmiş…Bir de misâl verdi, meselâ Firavun kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçe’dir ve “ burun” kelimesinden çıkmadır. Burun, insanın önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır’da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihâyet Firavun olmuş, dedi. Altmışından sonra, Esasîye hocalığından dil canbazlığına dökülen üstâdı, çıldırıyor mu diye merak etmiştim. Üstâd hakikaten uydurmacılık hastalığından kurtulamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu.
Kurtulanı görmedim. Prof. Dr. Kemal Cenap merhum de öyle gitti. Dr. Reşit Galip ve Samih Rifat Atılgan merhumlar da öyle gittiler.” ( 25)
“ Sene 1932. Ankara Hukuk Fakültesinde “ Roma Hukuku” hocasıyım. Cemil Bilsel merhum da, “ Devletler Hukuku” hocası ve Fakülte Dekanı. Uydurma dil modası başladığı ve fikir adamları çerçevesinde olanca hızıyla yayıldığı bir sıradayız.
Cemil Bey kuvvetli kalem sâhibi ve güzel konuşan bir fikir adamı idi. Fakat o nisbette de modaya düşkün, hususiyle otoritelerden kopup gelen modalara karşı zayıf ve zebun ( zayıf, güçsüz) yaradılışta bir insandı.
Merhum bir gün, derse gireceği sırada, o zamânın dil üstâdlarından sayılan Sadri Maksudî Arsal’a sorar:
- Ben dersimin adını öz Türkçe’ye çevirmek istiyorum, fakat bir türlü içinden çıkamıyorum. Bana bir karşılık bulur musunuz?
-Pek kolay, efendim. Sizin dersinizin öztürkçe karşılığı “ budunların ana yargısı” dır.
Cemil Bey, bu hiç bilmediği, işitmediği ve dilinin alışmadığı öztürkçe tâbir üzerine fikir vermeye vakit bulamadan derse girer ve öztürkçe tâbiri de yanlış söyleyerek “ Budunun ana yargısı” diye başlar. Çocuklarda önce bir şaşkınlık. Hoca, yeri geldikçe, tâbiri tekrarlar. Derken talebe dirsek tokuşturmaya, kız, erkek birbirine bakışmaya, nihâyet fıkırdaşmaya başlar. Zeki hoca, işin farkına varır ve hemen “ Devletler Hukuku”na yapışır, ama sınıf da curcunaya döner.
Ağırbaşlı Cemil Bey, hâdiseden üzgün ve perişan bir hâlde profesörler odasına geldi. İçeriye girer girmez, Sadri Makbudî merhuma:
-Yahu! Beni talebe karşısında gülünç mevkie düşürdün. “ Budunun ana yargısı” diye başlayınca çocuklar gülüştüler. İşi anladım ve sözü çevirdim ama, olan oldu.
-Azizim, ben budunun demedim, budunların dedim, milletler demek, yargı da hukuk.
- Öyle de olsa, ben vazgeçtim. “ Devletler Hukuku”nu bırakmam artık, dedi, gülüştüktü. ( 26)