Şehir, durup dururken, insana bir şey vermez. Tabiattan ayrı ve farklı olarak, "sun'i bir teşekkül " olduğu için, insan, ona ne vermişse, o da insana onu verir.
Halbuki, saf tabiat böyle değildir. Tabiat; bir kitâb-ı ekber'dir. Yâni; o, 'dünyâya doğmuş' herkesin , arzu ettiği biçimde, arzu ettiği kadar, kendi mizaç, akıl ve kaabiliyetine göre okuduğu veya okuması gereken 'büyük bir kitap'tır.
İnsanın, kendi eliyle / akıl, zekâ ve irâdesiyle yaptıklarına, şâyet 'güzeli hedef almışsa ve güzelse', san'at eseri deriz. Ancak; şehirleşmede, birinci hedef bu değildir. Hedef ; barınma'nın arkasına saklanmış, sathî bir güzellik'le ifade edilmektedir. Bu da, kültürel ve iktisâdî görünümlüdür.
Şehir; dâimâ alıcı; tabiat / kâinat ise, boydan boya vericidir. Saf tabiat, insanın yaptıklarıyla bütünleştirilebilirse, yeni kıymetlere ulaşılır ve yeni hizmet kapıları açılabilir.
Bugün, yâni yirmibirinci asırda, şehir, artık kısmen veya şöyle böyle değil, tam mânâsıyla tabiatın yok edildiği, sun'i / yapma / uyduruk, estetikten mahrûm bir sürü binanın kat kat inşâsından meydana gelen gürültü ve karmaşa yumağıdır.
Çünkü; 'dünyâlılar', bunu böyle istemektedirler.
Arasıra; 'ağaçtan, yeşilden, hava, kirliliğinden, gürültüden, nefesten ...' söz ediyorlar ammâ, mes'ele, dönüp dolaşıp para'da / rant' ta gelip düğümleniyor.
Olabildiğince yüksek binalar... Belli zümrelerin iştahına sunulan koskocaman alıveriş merkezleri...Yok edilen deniz...Kirletilen hava...Ve tahrip edilen toprak!..
Ve tabiî ki, yıpratılan p(i)sikolojiler, gerdirilen sinirler!..
Yâni; anâsır-ı erbaa'dan üçü! Su, hava ve toprak, perîşân! Zâten, ortalık 'ateş' küresi hâlinde, bir yanıp, bir sönüyor!.. Her şey / herkes, patlamaya hazır bomba!.. Yeter ki, bir kıvılcım olsun!..
Dünkü 'gecekondu'ların çirkinliğini -ki, hâlâ yok olmuş / yok edilmiş değildirler- bugün, maalesef, 'toplu konut' denilen zarâfetten mahrûm taş yığınlarıyla yaşıyoruz. Her şey, daha 'çok para' uğruna hebâ ediliyor! Yeşillik de, su da, hava da, toprak da...Tabiî ki, estetik'le hemhâl tek numûne eser yok gibi!...
Bugün, siyâsî ve kültürel mânâda, -belki de iyice anlaşılmasın diye- 'gecekondu mahallesi' veya 'kenar mahalle' yerine, Macarca'dan nakledilen 'varoş' kelimesi daha fazla kullanılıyor. Türkçe'deki kirliliği gören duyan bile yok!..İhtişâmlı Türkçem, maalesef, sâhipsiz!..
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, ilk baskısı 1967 yılında yapılan 'Nesillerin Ruhu' adlı kitabında: "Anadolu, köy ve kasabadır. Anadolu'yu ayakta tutan köylü ve kasabalıdır. Onların inançları, onların sevgileri, onların elleridir." der.
Şu anda ise, ne köyümüz köye, ne kasabımız kasabaya ve ne de şehrimiz şehre benziyor. Şehirlerimiz; neredeyse, tepeden tırnağa 'nezâket'ini kaybetmiş durumdadır. Beyefendilik, hanımefendilik kaybolmuş ; külhanbeyinin / kabadayının yerini, 'maganda, şehir eşkıyâsı, anarşist, terörist' almıştır.
Yollara / sokaklara / caddelere, 'bulvar' adı verilmiş; buna rağmen, t(ı)rafikte önlenemez kazalara imza atılarak, medenîlik, âdeta, bir başka çeşit 'bedevîlik'le yarışır duruma getirilmiştir.
Tabiî ki, 'gürültü'nün her türlüsü, insanların hayat damarlarıyla oynar hâldedir.
Kenar mahalle veya gecekondu mahallesi de denilen 'varoşlar', karmaşanın merkezi olmuştur. Kimin girip kimin çıktığının bilinmemesi bir yana, hiçbirinin, hiçbir altyapısı bile yok denecek vaziyettedir.
Minâreler: Taklit!.. Heykeller: Hakezâ!..P(ı)lâzalar: Dudak uçurtuyor!..Târihî eserler: Müteahhidin insâfına kalmış- arzusuna bağlı!..Parklar: Sükûnetten mahrûm birer ' gel-geç mekânı ' edâsında!..
Tabiat / toprak hatta deniz, "arsa" hükmünde!..Ağacın, çiçeğin, kuşun, böceğin kıymeti...alıcının kasasından çıkacak meblâğla ölçülmektedir!..
Bilinmelidir ki; bu tabiat, bize / insanlığa emânettir. Fakat bu da, maalesef, kâğıt üzerindedir. Kanun ile koruma altında bulunuyor görünse bile; bu, salon ve meydanlarda sâdece birer 'siyâsî gösteri / şov malzemesi'dir.
Peygamber Efendimizin buyurdukları : " Kıyamet kopacağını bilseniz, elinizdeki fidanı dikiniz." hadîs-i şerîfinin gönüllerde bıraktığı 'iz' , zayıflamış görünmektedir!
Üstelik; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 63. Maddesi'ndeki: "Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır." hükmü bulunduğu hâlde.
Tabiî ki, bu madde, "Vatan sevgisi îmândandır" hadîs-i şerîfiyle de tıpatıp uyuşuyor / örtüşüyor.
Öyleyse; sâdece dağlarımız, ovalarımız değil, şehirlerimiz niçin 'ağaç mahrûmu'dur?
Ağaç, bir cephesiyle 'vatan'dır. Ağacını kesen, vatanını kesmez mi? Halbuki, şehirlerimizde, bina yapımı için âdeta ağaç katliamı yaşanmaktadır. Hem de, hiç kimsenin kılı kıpırdamadan! Birkaç kuru lâkırdı hâricinde, esasa dâir hiçbir müspet tavır mevcut değildir!..
Şehirleşme bu mudur?
Çocuk, genç, yaşlı, hasta, sakat ve her çeşit anlayışıyla insan,- ilk önce, Anayasa'da sayılan "varlıklarının" korunmasını istemez mi? Ağaç; bütün canlılar için 'hayat kaynağı' değil midir?
Bir şehrin adına "büyük" sıfatı verip, dağının başlarını 'mahalle' ilân etmişiz, ne mânâ ifade eder!..Dağbaşlarını 'şehir' ilân ederken; şehri, köylülükten uzaklaştıramamışsak, boş lâf ile zaman harcamış olmaz mıyız? !
Şehir buysa ve böyleyse, "Anadolu", artık, ne "köy" ne de "kasaba"dır, dersek hiç de yanlış olmaz (Devamı yarın)