Hafta içinde, önce Trakya'nın büyük bir bölümünü, ardından da İstanbul'u vuran sel felaketi il üzüldük. Hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır diliyorum. Selden etkilenen tüm vatandaşlarımıza da geçmiş olsun diyorum.
Bu vesile ile, her felaket sonrası gündeme gelen bu tür afetler kaderimiz mi? sorusuna cevap aramaya çalışacağım. Öncelikle şunu belirteyim ki, doğadaki bütün olaylar sebep, sonuç ilişkisi içinde meydana gelmektedir. Hele bu tür doğa olaylarının felakete dönüşmesi, insanoğlunun yanlış uygulamalarının neticesidir.
Doğada, kirlenmedik ve doğal dengesi bozulmadık bir köşe kalmadı. Küreselleşme ve globalleşme adı altında sermayenin doymak bilmeyen hırsı, daha çok kazanabilmek, daha çok sömürüp daha iyi semirebilmek için her şeyi mübah görüyor. Hava kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, bozulan dengeler ve sonuçta birkaç saat içinde yer yüzüne inen birkaç aylık yağmur...
Siyasi çıkar uğruna her türlü bilimsel veriyi görmemezlikten gelip dere yataklarını, önce gecekondulaşmaya, ardından da apartmanlaşmaya açan siyasiler... Onların bu durumlarından, sonuna kadar, yararlanmayı bilen çıkarcılar... Ve sonuç...
Elbette, bu yoğunluktaki bir yağışı hiç bir altyapı taşıyamaz. Ancak, bilimsel verilere dayalı planlama ve altyapı çözümleri ile can kaybı önlenebilir, maddi kayıplar azaltılabilirdi. Ayrıca, ilkokullarda öğretilen bir şey var: Ormanlar seli önler... Dere yatakları, kuru dere de olsa, tehlikelidir. Dere, yatağını kimseye bırakmaz... Siz, her türlü tarım alanını ve ormanlık alanı yapılaşmaya açarsanız, toprağa sızacak su da yüzeyden akacaktır. Dere yatakları da imara açılıp suya akacak yer kalmayınca, sonuçta su kendisine akacak bir yer buluyor ama onun adına da felaket diyorlar.
Peki, suçlu kim? Öncelikle, başta her on yılda, ardından da nerede ise her yıl imar affı ya da kaçak veya ruhsatsız yapılara elektrik ve su bağlanması adı altında çıkarılan yasalar için evet diyen siyasiler... Siyasi baskı ya da ikili ilişkiler çerçevesinde, bilimsel gerçeklerden uzak, tamamen çıkara ve ranta dayalı planlama sürecinin her kademesindeki bürokratlar ve onay makamındaki herkes...
***
Bu noktada sözü şehrimize getirelim. Bilindiği gibi geçmiş yıllarda, daha küçük ölçekte de olsa, benzer sel felaketlerini biz de yaşadık. Hem de defalarca. Allah bir daha göstermesin. Büyükşehir Belediyesince de, özellikle selden daha fazla etkilenen bölgelerde bazı çalışmalar yapıldı. Yapılan çalışmaların olumlu sonuçları, elbette görülecektir. Ancak kesin çözüm oldukları konusunda ciddi endişeler taşımaktayım.
Öncelikle, Ağabali Caddesi üzerinde yapılan deşarj kanalının, yolun genişliği (7,00 mt.) nedeniyle yeterli kesitte yapılamadığı bir gerçektir. Önünün adliye binası ile kapalı olması da ayrı bir handikaptır. Eski bir dere yatağı olan bu güzergâh, Yüzüncüyıl Bulvarı'ndan sonra bir huni gibi daralmaktadır. Rezervuar sahanın büyüklüğü dikkate alındığında, bir saati aşan süre ile devan edecek kuvvetli yağmurlarda, geçmişe göre hafif olsa da, yine sıkıntı yaşanacaktır. Barış Bulvarı için de aynı düşünceler geçerlidir. Bunun sorumluluğu, geçmişten bu güne, bu şehirde planlama sürecinde söz sahibi olan herkesindir. Belediye başkanlarından Bayındırlık Bakanlığı'na kadar...
Şehrimizin önü, dolgu alanları ile sürekli denizden uzaklaştırılmaktadır. Bunun sonucunda, yağmur suyu deşarjlarında eğimin sıfır olduğu kısım büyümekte, eğimli kısımlardan hızla gelen sel suları, düz alanda birikintileri bırakarak kanalların tıkanmasına neden olmaktadır. Dolgu alanları, yer kazanmak bakımından cazip gözükse de, denizi şehirden uzaklaştırdığı için yanlış bir tercihtir.
Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, hafif raylı sistem güzergâhı da şehrin önünde yeni bir set oluşturmakta, yüzey sularının, öncelikle Atatürk Bulvarı'na, devamında da raylı sistem güzergâhına büyük tahribatlar yapması kaçınılmaz hale gelecektir. Umarım, planlama safhasında bu sakıncalar düşünülmüş ve gerekli çözümler üretilmiştir.
Felaketlerden uzak bir dünya dileğiyle...