"Tanım akıl işidir. Şiir ise akıl dışıdır."
Şiir, insan yaşamı boyunca edebiyat alanındaki türler içinde en çok tanımlandırılmış olanıdır. Bu nedenle de, yukarıdaki ifadede, Melih Cevdet Anday'ın dediği üzere; şiir, tanımlandırılmaz. Bu düşünüşe katılan bir başka kişiyse, "Tarif edilebilseydi, şiirin yüz türlü değil, bir türlü tarifi olurdu." diyen K. Haedens'tır. O kadar çok tanım getirilmiş ve de aforizmalar söylenmiştir ki, anlatılagelen fil öyküsüne benzemiştir şiirin tanımlandırılma serüveni.
Şiirin, düz yazıdan apayrı bir sanat olduğu düşüncesiyle getirilmeye çalışılan bu tanımlarda ortak kanı; şiirin, bir şeyi daha iyi ya da daha başka biçimde ifade etmesi değil, "daha fazla şey söylemesi, bambaşka bir şey söylemesi"nden ileri gelir.
Aynı aracı kullanan bu iki tür, nasıl olur da birbirinden farklı olur derseniz, bir başka bilinen öyküye değinmek gerekecektir. O da Paul Valery'nin, anlattığıdır.
Bir gün Ressam Edgar Degas, şiir yazmayı düşündüğünü, fikirleri olduğunu, ama bu fikirleri bir türlü şiire dönüştürmeyi başaramadığını söyler ve bunun nedenini sorar Mallarmé'ye: Mallarmé, şu yanıtı verir ona: "Ama Degas, şiir sözcüklerle yazılır, fikirlerle değil!.." Şiirin sözcüklerle yazıldığını onayan bu görüş, "Evet, ama hangi sözcüklerle?" sorusuna götürür bizi. Octavio Paz'ın kastettiği şiirin "öteki ses" olması da bu noktada değer kazanmaktadır.
Şiiri öteki ses kılan şey, "şairin evreni dildir" (Cemal Süreya) değerlendirmesinden hareketle, bu evren edinilen alanda sözcüklerde "hem seçici hem de birleştirici" davranarak öteki ses olabilecektir şiir. Bu görüşü dile getiren yirminci yüzyıl dilbilim önderi Roman Jakobson, şiir dilindeki bu iki davranış ekseni ('seçici' ve 'birleştirici')'nden ilkinin Metafor'u (istiare; eğretileme); ikincisininse, Metonimi'yi (mecaz-ı mürsel; düzdeğişmece) oluşturduğunu söyler.
İki örnek, "Kibrit çak masmavi yanardı sesin" (Cemal Süreya-Ülke) ve "fatihte yoksul bir gramafon çalıyor" (Attila İlhan-Ben Sana Mecburum) şiirin dil evreninden kurduğu bu imgelerde rahatlıkla görülebilir.
Şairin evrenindeki dilden edinileceklerin en başında bu iki kavram yatar. Ancak, yalnızca bu iki kavramı kurgulamakla şiir yazılabilir demek, işi çok basite indirgemiş olmamız anlamına gelir.
Şiirin çok şey söyleyebilmesi, sözcüklerle girişilen yeni yaratımlar dünyasında, şairin karşısına çıkacak daha birçok söz sanatının dizelerde yerini almasıyla ortaya çıkacaktır. Tutup da bir gün "sehl-i mümteni" denen, ilk bakışta kolay görünüp de aslında o kadar da kolay olmadığı anlaşılan dizelerle karşılaşılacaktır. Yunus Emre'nin şiirlerinden yola çıkarak bu karşılaşmayı yaşabiliriz örneğin.
O evrene ererek kurulacak şiirler için, asıl üzerinde durulması gereken, az önce sözünü ettiğim Octavio Paz'ın kastettiği o "öteki ses"in ancak özgür bilinçle oluşabileceğidir.
Yaratıcı olarak bir şairin, yaratısını ancak "özgür bilinç" içeriğiyle gerçekleştirebileceği söz konusudur burada. Özgür bilinçle hareket edebilen şairin sahip olabileceği bir sestir o.
Çağdaş şiir, metaforik ve metenomik bir şiir olmak zorundadır savı da, o nedenle ortaya atılmaktadır. Köleleştirilmiş bir zihinle ancak hamaset edebiyatı çıktığını belirtmeye gerek yoktur sanırım. Buradaki kölelikten kasıt, algılama ve düşünme yetisinin sınırlarına bağlı olarak belirlenir.
Tam da burada "bilincinin bilincinde olmak" devreye girer. Elbette bilinç, yalnızca bireysel değil, sosyal bir olgu olarak dahil olmak zorundadır. Bilinçle akıl da birbirine karıştırılmamalıdır. O zaman "Hani akıl işi değildi şiir?" sorusuna muhatap olabiliriz.
Evet, şiir akıl işi değildir, akıl dışıdır. Şiiri yazmaya kalkışanların tutumubilinç dışıdır. Akıl dışı bir işi, bilincinin bilincinde olarak ortaya çıkarabiliriz.
Eğer öyle olsaydı, şiir külliyatı oluşturacak kadar şiir yazdığı kanısında olan kişiler ortaya çıkar mıydı? Egemen güçlerin kaynaklarıyla, himayeleriyle varolmuş şairler tayfası türer miydi? Ya da 300 civarında satışı olan bir dergiye 1500 civarında şiir gönderilir miydi?