Siyaset, umûmî bakışla: "Devlet işlerini ve devletlerarası münâsebetleri sağlıklı bir şekilde yürütme ve düzenleme" olarak târîf bulur. Böyle yumuşak bir târîfe rağmen, bu; hem çok çetrefilli, hem çok ciddî, hem çok çatışmalı fakat, bir o kadar da, âhengi, ferdî ve içtimâî uyumu tesis edici şerefli bir iş, arzu edilen hedef tesis edildiği zaman ise, çok fazîletli bir faaliyettir.
Kimine göre boş bir meşgale olan siyâset, bâzılarına göre de bir san'attır.
Bana kalırsa, lâyıkıyla yapılırsa elbette ki, güzelliğe olmasa bile, faydaya hizmet eden bir san'at sınıfında bulundurulması şarttır.
Muhakkaktır ki, bütün bu saydığım şeyler, sayıldıkları gibi, hiç de kolay değildirler: Hem devletinin işlerini "yürüteceksin" ve "düzenleyeceksin" ve hem de "devletlerarası" münâsebetleri...
İşte, bu noktada siyâset, muazzam bir hüner ister ki, bu da, sözünü ettiğimiz san'atı gerektirir.
Bu cephelerden bakınca, ondaki zorluk daha da fazîletli hâlde, kendiliğinden, göz kırpar. "Devlet işlerini ve devletler arası münâsebetleri yürütme ve düzenleme", asla basit bir meşgale olamaz. Bu sebeple de; bu iş, kaba sözlerin ve davranışların fâili olmamalıdır.
Yâni; söz ile de, hâl/tavır/hareket ile de, vakur, akl-ı selîm ve temkin içersinde yürümeli, yürütülmelidir.
Denebilir ki, bu vaziyetin, bugünkü hâl ile irtibatı nedir?
İşte, mes'elemiz de budur!..Bilhassa ülkemizin bulunduğu mekânda...
Yaşadığımız muhitin/bölgenin dünya ortamındaki konumu ve coğrafî yapısı, bu coğrafî yapının târihî safhalardaki sosyo-kültürel durumu, hâlen bu coğrafyalarda yaşayan halkların kavmî/etnik, dînî/mezhebî çeşitliliği ve bunların, târih içersindeki 'çatışmalı veya zorakî uyumlu' hayat sürmeleri, işin vahametini daha da artırmaktadır.
Sâdece Orta Doğu denilen muhitten söz etmiyorum. Bizim için, Orta Doğu da, Balkanlar da, Kafkaslar da aynı durumdadır. Birine bakarken, diğerini asla gözden uzak tutamayız.
Bu coğrafyalarda çok hassas olunması, tâbiri câizse, kılıkırk yararcasına îtinâyla hareket edilmesi elzemdir. Ben dedim oldu'cu, kabadayıca, hükmedici söz ve davranışlar, fayda yerine büyük zararlara sebebiyet verir. Veriyor da!..
Bu bakışla siyâset ince iştir...İnce, san'attır!..
Çok ve olur-olmaz konuşmaların ve etrafa, yüz ifadeleri dâhil her türlü el-kol hareketleriyle gösteriş yapmanın siyâsetin özünde bulunmadığının bilinmesi lâzımdır.
Siyâsetçinin, hele de mes'ul durumda bulunanlarının, buna çok riâyet etmesi zarûrîdir. Siyâsetçi, -elbette ki, herkes- neyi, ne zaman ve nasıl konuşacağının hesabını iyi yapmalıdır. Dîğer taraftan, dünyâ siyâsî târihinin geçmişini iyi tahlil etmeli ve geleceğe dâir, olabilirlikleri ve olamazlıkları bir s(ı)trateji olarak değerlendirebilmelidir. Bunun için ise, hassas dostluklar kadar, muhakemeli düşmanlıkları da hesaba katabilmelidir.
İç'te; hiç kimse rencîde edilmeden, adâlet esas alınarak, insanların huzur içersinde yaşamaları için gayret sarfedilirken; milletler arası seviyede, herkesin bildiği ve sık sık söylediği "millî menfaatler" cihetinden, dış münâsebetler yürütülmelidir.
Yüksek perdeden , yaralayıcı hattâ hakarete varan polemiklerle dostluklara değil, ancak ebedî düşmanlıklara imza atılabilir.
Ne demek istiyoruz?
Demek istediğimiz; siyâsette, 'romantizm'in olmayacağı/olamayacağı ve olmaması gerektiğidir. Siyâset; her şeyi âşikâr olmamakla birlikte, 'hakîkatçı/gerçekçi/realist" bakışlı bir faaaliyettir. Bu bakımdan; polemik adı altında, yerli-yersiz bir takım sözlerin söylenip tavırların takınılması, bu işin esâsına terstir.
Bu düşüncelerin ışığında, şimdi, iki hakîkatçı/gerçekçi/realist görüş takdîm edeceğim.
Biri, 01 Aralık 1921 târihinde, Mustafa Kemal Paşa tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde beyan edilmiştir. Şöyle diyor: "Büyük ve hayâli şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, garazını, kinini, bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık. Belki, "yapmıyoruz, yapacağız" dedik. Düşmanlar da "yaptırmamak için bir an evvel öldürelim" dediler. Panturanizm yapmadık, "yaparız, yapıyoruz" dedik, "yapacağız" dedik ve yine "öldürelim" dediler. Bütün dâva bundan ibarettir."
Neymiş efendim, "bütün dâva", boş ve gereksiz konuşma sebebiyle başımıza musibet örülmesinden "ibaret"miş de hâlâ ibret alamamışız.
Bu; karşı tarafa, "Bak, sana söylüyorum, tedbirini al!" demekten başka ne mânaya gelir. Başka?..Yapmayacağın veya yapamayacağın şeyi, niçin söz konusu ediyorsun?
İkinci görüş; değerli fikir ve devlet adamı Sadi Somuncuoğlu'nun, henüz otuzlu yaşlarında iken, kaleme aldığı, Bozkurt Dergisi'nin 1973 yılı Temmuz sayısının 3. sayfasında yayınlanan "Millî Bağımsızlık Mücâdeleleri ve Esir Türkler" başlıklı yazısından sâdece kısa bir bölümdür. Şöyle diyor "Genç Somuncuoğlu":
"Kabule etmek gerekir ki, sömürgeciliğin hür dünya kesiminde tasfiye edilmesinde A.B.D.'nin rolü son derece büyüktür. Ancak, ne kadar iyi niyetli olursak olalım, ABD'nin millî bağımsızlık prensiplerine duyduğu aşktan değil, kendi millî çıkarları böyle davranmayı gerektirdiğinden, bu rolü oynadığını söylemek mecburiyetindeyiz. Çünkü dünya kaynaklarının büyük kısmını elinde tutan Avrupa'dan bu imkânları Amerika'ya çevirebilmek için, onları diğer ülkelerin tesirinden kurtarmak gerekiyordu. Böylece Amerikan politikasının iki yanlı sonucunun biri sömürgeciliğin tasfiyesine yaradı.
Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, hür dünya memleketlerinde tasfiye edilen askerî ve siyasî emperyalizm, demirperde gerisine intikal ettirilememesidir. Bu durum Türk dünyası için büyük bir talihsizlik olmuştur. Afrika'nın medeniyetten uzak, devlet denen teşkilâtı ilk defa gören toplulukları dâhil, bir yığın yeni bağımsız milletlerin doğması yanında; tarihin sayfalarını şân, şeref ve medeniyetle süsleyen Türk Milleti'nin büyük bir kısmı içine düştüğü tutsaklıktan kurtarılamamıştır.
Daha ziyâde Çin ve Rus esâretinde bulunan Türklüğün, bu elim durumdan kurtulamayışının sebebi, sâdece komünist emperyalizmin tasfiye edilememesinden doğmamaktadır. Türklüğün bu bağımsızlık dâvasında en büyük görev, Türkiye Devleti'ne düşmektedir."
Evvelce söylediğim hattâ başlık olarak attığım bir söz vardır: 'Hayâlimiz Ülkümüzdür!.."
(Bknz: www.kapsamhaber.com-22 Temmuz 2017-11.35)
Hayâmiz olacaktır ve bu hayâlimiz de ülkümüz olacaktır. Hayâlsiz/ülküsüz insan/millet olabilir mi?
Fakat, bu hayâl, gerçekçi olmak zorundadır. Üzerine, 'düşman çekici' olmamalıdır. Târihî gerçekleri tahlil edebilecek mevkide ve geleceği tanzime meyyâl olmalıdır. Gereksizlik, sathîlik ve havâîlik başkadır. Hiçbir düşüncenin zuhûru, hayâlsiz değildir.
Olmayacak şeyleri zihinden geçirmek, hayâl etmek olmadığı gibi, düşünmeyi de engelleyici perdedir.
Hayâller böyle korunmalı; adımlar, bu mânada düşünülerek atılmalıdır.
O hâlde, siyâsetçi; ağırbaşlı, vakur olmalıdır. Tebessümünde bile ciddîyet olmalıdır. Elbette, yerine göre sert de olacak; celâllenecektir. Hem kurnaz, hem de cesûr olacaktır. Fakat, riyâkâr ve muhteris olmayacaktır. Kişi hakkını ve devlet malını koruyucu olacaktır. Kayırıcı ve savurgan olmayacaktır.
Siyâsetçi, toplumun önünde bulunacağı için, her yaşta ve her meşrebde insana numûne teşkil edecek söz ve davranışlarda bulunmalıdır.
Bu sebeple; siyâsetçi, nüktedan olabilir fakat şarlatan olamaz. Siyâsetçi; lâtife yapabilir ammâ alaycı, küçümseyici, kırıcı, aşağılayıcı ve dahası küfürcü/hakaretçi ve kindar olamaz.
Siyâsetçi; ferdî ve millî sırlarını içinde muhafaza eder. Fakat; ferdî ve millî sırlarını, hak ve adâlet uğruna saklar. Temsil ettiği milletin değerlerini koruyarak, millî menfaatleri en yüksek seviyede tutar.
Şahsî ihtiraslarını, içine gömer ve onları, asla millî tavırların önüne geçirmez. Bilir ki veya bilmelidir ki, temsil ettiği milletin her kişisinin onun üzerinde hakkı vardır. Bu hak, sâdece dünyevî değildir.
Siyâsetçi; buz gibi değil ammâ soğukkanlı, temkinli, itidalli olmalıdır. Kavgacı, zikzaklı değil, açık sözlü olmalıdır. Yüksek perdeden konuşan, dik-kafalı, kavgacı değil, tevâzû sâhibi, akıllı, vicdânlı, hesaplı ve hoşgörülü olmalıdır.
Bilinmelidir ki, siyâset; asla romantizmi kaldırmaz, kabûl etmez. Bu sebeple, hesabını sağlam yapmalı, dürüstlükten ayrılmamalıdır.
Tabiîdir ki, her şeyde olduğu gibi, siyâsette de, her doğru her yerde söylenmez.
Söz yalan'da, tavır talan'da, göz filân'da, kulak falan'da değil; hepsi irfân'da birleşmelidir.