Siyâset; müstakil bir devlet nizamı içersinde, kişiler ve müesseseler ile, devletler arasında irtibat kurarak, uyum sağlama sanatıdır. Yâni; hem devlet içinde ve hem de devletlerarası münâsebetlerde uyumlu çalışma, siyâsetçinin gayesi ve hedefi olmalıdır.
Bunu sağlarken; kanunların ve kamu vicdânıyla tescillenmiş ve kabûl görmüş örfün gerekleri ne ise, onların yapılmasında da tereddüt etmemesi gerekir.
Siyâset; umûmî târifinin dışında, kendisine ilâve değer kazandıracak unsurlarla bezenmelidir. Bir cihetiyle siyâset, nezâket sanatıdır. Nükteli ve temkinli olma, usûl bilme, iknâ edebilme san'atıdır.
Siyâset; öfke, kin, haset ve yalana bulanmış muhteris olma san'atı asla olmamalı, bu tür kaprisleri mutlak surette kendine yakın bulundurmamalıdır.
Siyâset; asık ve kızarmış çehrelerin, çatık kaşların, kırışık alınların, hırs ve kin dolu sözlerin kime faydası olabileceğini düşünenlerin sanatı olmalıdır.
Siyâsetçilerin söz ve tavırlarındaki 'sedâ'nın ve 'edâ'nın ayârlanamaması, kişiler arasında gerilime, buhrana ve asabiyete sebep olmaktadır. Bu durum; bu siyâsîleri tâkip eden zümre /g(u)rup veya taraftarlar arasında, ânında, büyük ayrılıkların ve tartışmaların hattâ kavgaların başlamasına sebep olmakta ve zaman içinde büyük tahribat meydana getirebilmektedir.
Müşâvere ve müdara olmadan, yumuşaklığa ve tevâzûya bürünmeden, kibir ve kaba sedâ ve edâların kimselere fayda vermediğinin, târih her zaman şâhidi olmuştur.
Bir memleketin umûmî vaziyeti, bütün dış güçlerin menfî hücûmlarını üzerine çekmiş iken, o ülkenin siyâsetçileri ayrı tellerden dem vuruyorlarsa; ve salâhiyetliler, hiçbir mes'uliyeti üzerlerine almıyorlarsa, orada karmaşadan başka ne bulunabilir?
Bu noktada, inanıyorum ki, vicdân, hukukun üstüne çıkarak konuşmalı ve kendini nefs muhasebesine çekerek 'adâlet' murakabesiyle hüküm verebilmelidir.
Fikirlerin, nükte tadında, mülâyimlikle ve her şeyden önce de hiçbir ferdî ve zümrevî menfaat düşünmeden samimiyetle ortaya konması ve karşı tarafla alış-verişe geçilebilmesini sağlamak, salâhiyetli siyâsetçinin temel ahlâkî vasfı olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz 'salâhiyetli siyâsetçi', her zaman ve her devlette, 'iktidarda olan'dır.
Hangi siyâsetçi olursa olsun, yalan üzerine inşâ edilen bütün sözlerin, teselliden, kendini kandırmaktan ve millî menfaatleri zedelemekten gayrı bir mânâ taşımadığını/taşımayacağını bilmelidir.
Bu durum; kısa vâdede, beşerî vicdânı aldatabilir. Bu mümkündür ve çok defa buna şâhit de olunmuştur. Fakat, uzun vâdede bundan kaçmanın mümkün olunamayacağı gibi, İlâhî irâdenin hükmünden ise, kaçmak, hiçbir zaman mümkün olamamıştır ve olamayacaktır.
Huzurun, şahsî ve içtimâî temininde, siyâsetçinin ' her sözü'nün ve 'her tavrı'nın büyük önemi vardır. Düşünülmeden söylenen bir kelime, içtimâî âhengi altüst edebilir.
Bugün söylediğinin, yarın, tersini söyleyen bir siyâsetçi, önce, kendisiyle hesaplaşabilmelidir.
Siyâsetçi kişi; salâhiyetini, mes'uliyet ile murakabe edip muvazeneyi sağlayamaz ise, beşerî veya İlâhî, hiçbir adâlet terazisi, onu, hayır ile tartamayacaktır.
Hukuk'un terazisi, beşerî olduğu için ondan kaçmak/kaçınmak mümkündür. Hukuk, fertlerin veya cemiyetlerin müşterek telkin veya teklif ve tebdîlleriyle techîz edilip tecellî ettirilmeye çalışıldığı için dâimâ az veya çok noksanlıklarla doludur.
Nitekim; Türkiye'de tartışılmakta olan (yeni) anayasa çalışmaları bunun çok hazîn bir numûnesidir. İnsanların vicdânında, adâleti, demokrasiyi ve hürriyeti temin edemeyen hükümler/kanun maddeleri, her gün (yeni bir anayasa) yapsalar dahi tatminkâr olamazlar.
Çünkü; mevcut anayasanın bütün hükümlerinin uygulanabilirliğinin tartışıldığı mekân ve zamanlarda, yenisinin ne olabileceğinin/neler getirebileceğinin/kimlerin (tâbiri câizse) ekmeğine yağ süreceğinin ve ne zamana kadar neleri muhtevi olacağının bile düşünülmesi boşuna emektir.
Nihâî hedefi adâlet olmayan bütün arayışlar, sâdece zaman israfıyla meşgul olmuş olurlar. Adâletin tecelli ettirilemediği yerde, adına, ister demokrasi, ister cumhuriyet, ister başkanlık ve isterse hürriyetin zirvesi densin, hiçbirinin hiçbir hükmü yoktur. Bütün bunlar, sâdece boş lâftan îbaret olur.
Siyâsetçinin yegâne ve biricik maksat ve hedefi, 'adâlet'i tesis eden umdeleri ortaya koyduktan sonra, kamunun diğer işlerini yapmaktır.
Dünyada ilk yazılı anayasa olarak kabûl edilen Magna Carta Libertatum (Lâtince: Büyük Hürriyet Fermanı), 1215'ta imzalanmış ve 63 maddeden meydana gelen bir İngiliz vesîkasıdır. Bugün, İngiltere'nin yazılı bir anayasası da yoktur. Biz ise, ne yapılmış olan yürürlükteki anayasalarımızı beğeniyoruz, ne yeni yapılanla tatmin oluyoruz ve ne de (yeni) diye adlandırılan bir anayasa yapma müşterekliğini gösterebiliyoruz. Peki, mevcut anayasa hükümlerini 'harfiyen' uygulayabiliyor muyuz?
Aslında, bundan birkaç sene önce, 12 Eylül 2010 târihinde Halkoyuna sunularak kabûl edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın, onca masrafa rağmen, hâlâ ihtiyaca cevap verememiş olmasını da anlamak mümkün değildir. Dört-beş yıl sonra ilerisini göremeyen bir bakışın, hangi 'ileri yıllar için' , nasıl bir yeni anayasa hazırlayacağı da mechûlümüzdür.
Bence, esas mes'ele, anayasa değil, toplumdaki 'müşterek demokrasi/hürriyet ve adâlet' anlayışı/zihniyeti/kültürü'nden ileri gelen aksaklıktır.
Siyâsetçi; her zaman ve herkesten daha fazla olarak: 'Nerede ve niçin hata yaptım?' sorusunun muhatabı olarak kendini sigaya çekmelidir. Çünkü, siyâsetçinin, üzerinde taşıdığı bir 'millet emâneti' vardır. Bu emânet, vicdânî olmanın da ötesinde, bir 'yeminle tasdîk edilmiş bir emânet'tir. Emânete ihânet etmek kadar ağır bir mes'uliyet yoktur.
Tekrar edeyim ki; mes'ele, anayasa mes'elesi değil, 'umûmî bir idrâk mes'elesi'dir. Siyâset; çatışmaları artırarak menfaat ve mevki sağlamak değil; uyumu/ mutabakatı, hürmeti, tevâzûyu ve birliği temin ile, huzura, birliğe, dostluğa ve medenîliğe yürümektir.
Medenîlik; netîcesi îtibâriyle, bir 'hâl'dir. Bu hâl, bir şuûr olarak idrâk edilmedikçe, herkesi milletvekili yapsak da ve her sene bir yeni anayasa hazırlasak da bedevîlik içersinde çırpınır dururuz!