Ünlü yunanlı filozof Eflatun şöyle der: ""Eğer felsefe ve iktidar gerçekten bir araya gelebilseydi, bu bütün insanlığa ışık kaynağı olurdu.""Tersinden söylendiğinde bu cümle şöyle anlaşılabilir felsefenin olmadığı yerde iktidar her türlü zulmün ve baskının kaynağı haline gelir. Gerçektende iktidarın felsefen ayrı olarak görülmesi vahim hataların da başlangıcı olmuştur.
Felsefesiz bir toplum kendi köklerine yabancı, ilkesiz, üretmeyen bir yapıyı anlatırken, siyasetin de felsefeden uzak olması onu ilkesiz ve omurgasız bir hale dönüştürür. Nitekim Sokrat"ın idam edilmesi felsefe iktidar ikileminin trajik bir örneğini oluşturur. Bu yüzden eflatun ideal yönetim tarzı olarak filozofların yönetici ya da yöneticilerin filozof olduğu bir model üzerinde durur. Farabi"nin erdemli şehri de aynı yapı üzerine kuruludur. Ne var ki ne eflatunun nede Farabi"nin söyledikleri pek fazla gerçekleşmemiştir. Erdeme dayalı ya da felsefeye, yani ilkelere dayalı bir iktidar toplumlar üzerinde hâkim olamamıştır. Zaten felsefenin ya da erdemliliğin az çok etkin olduğu iktidarlarda, toplumun da erdemli olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. O yüzden erdemlilik ve beraberinde getirdiği değerler siyasi kültürün ve yapının kurucu unsuru olmak zorundadır.
En azından geleneksel yönetim ve iktidar yapılarında bir ilke bir erdem ve değer sorunundan bahsederken bugün modern iktidar yapılarında bu ilkeyi görmek nerdeyse imkânsızlaşmıştır. Bugün modern politik sistem de "realpolitik" bir ilke haline gelmiştir. Özelikle Türk siyasi hayatında "realpolitik"in bir ilke haline gelmesinin sayısız örneği ile doludur. Türk siyaseti değerden çok partizan kazanıma, ilkeden çok hedefe ulaştıran araca, ahlakilik erdemlilik ve bütünlükten çok bedeli yüksek küçük iktidar odaklarına öncelik verdiği için ciddi bir ilkesizlik bunalımı yaşamaktadır.
Son günlerde yaşanan tartışmalara birde bu bağlamda baktığınızda bu ilkesizliğin ne kadar hâkim olduğunu pekâlâ görebiliriz. İktidar ve muhalefetin birbirini ağır kelimelerle suçlaması hatta iki milletvekilinin ağır sözlerin sonucunda birbirlerini düelloya davet etmesi, ama sonuçta bütün ağır sözlerine rağmen el sıkışarak ayrılması bunun en tipik örneğini oluşturur. Acaba hangisini bir ilke olarak göreceğiz, düelloyu mu, yoksa sonuçta medeni bir şekilde el sıkışıp ayrılmalarını mı? Yoksa birbirlerine en ağır sözleri sarf etmelerini mi hangisi bir ilke olarak benimsenecek? Düello birinin kaybetmesi gereken meydan okumadır. Sonuçta kimse kaybetmediğine göre kaybeden kim acaba?
Sistemin Türk insanın zihnini krizlerle, şoklarla doldurmaya ve dondurmaya çalıştığı bir dönemde yeniden ilkeli bir siyaset kurmanın, insani bir siyasi yaşam biçimi geliştirmenin yollarını toplum olarak iktidarı ile muhalefeti ile aramak zorundayız. Aksi halde bu düelloyu herkes kaybeder.