Her ölüm soğuktur aslında. Ancak Nuri"nin ölümü kadar soğuk bir ölüme çok az rastlanmıştır. Bu ölüme soğuk denmesi kışın gerçekleşmesinden kaynaklanmıyor. Bu ölümün soğukluğu buradaki soğuğun kimilerini dondurması, kimilerini yakmasından kaynaklanıyor. Sizlere acı ve gerçek bir hikâye anlatacağım. Eksiği olan, fazlası olmayan bir hikâye. Üzerinden üç dört yıl geçse de bu hikâye hâlâ tazeliğini koruyor. Acısı hâlâ yüreklerde.
Dağlar alabildiğine beyazdı. Havada temiz bir soğuk vardı. Arabalar hareket etmekte, ilerlemekte zorlanıyordu. Caminin etrafı adeta ralli alanına dönmüştü. Mezarlığın altından arabalar gaza bir basıyordu. Bir hamlede çıktı çıktı. Çıkamadıysa tekrar tekrar deniyordu. Beyaz karla sarı çamur çok değişik bir armoni meydana getirmişti. İnsanlar da karların üzerinde düşe kalka hareket ediyor, mevtaya son görevlerini yapmak için uğraşıyorlardı.
Kalabalık, caminin etrafında toplanmıştı. Nuri toprağa veriliyordu. Nuri için hocalar yasin okuyordu. Yasinlere dualar karışıyordu. Asiye ağlıyordu. Annesi ağlıyordu. Dilek ve Dilara yoktu burada. Hiçbir zaman olmadıkları gibi. Gerçi onların üşümesine dayanamazdı Nuri. 12-13 yılda toplam altı ay görebilmiştim yavrularımı demişti. Soğuk havaya rağmen üşümeyenler vardı burada. Çam gibi, boylu poslu, babayiğit bir Nuri hayali gözlerinin önüne geliyordu. Nuri"nin bu camide kıldığı Cuma namazları akla geliyordu. Bu mezarlıktaki akrabalarına fatiha okuduğu zamanlar unutulmamıştı.
Nuri heybetli bir görünüme sahipti. Ancak kalbi o vücudu taşıyamıyordu. Yıllardır taşımıştı, yorulmuştu. Kalbi hastaydı. Asker ocağında hastalanmıştı. Askerliğini bile tamamlayamadan yarım bir Nuri olarak dönmüştü köyüne. O artık yarımdı. Hayata dair beklentileri törpülenmişti. Ev yapma, çalışıp zengin olma ve evlilik hayalleri kuramıyordu. Kendini en güzel çağlarından itibaren ölüme ayırmış, yıllarca ölümü beklemişti.
Ölene kadar boş durmuyordu. Çalışıyordu yine de. Kendini yormadan bir şeyler yapmaktan geri durmuyordu. Kaplumbağa misali yavaş yavaş çalışıyordu. Ancak yaptığı iş bereketliydi. Annesine ilaç alırdı. Köye gidişlerinde eli boş gitmezdi. Ağabeyinin beş yetimini hiç unutmazdı. Onlara her daim faydalı olmaya çalışırdı.
Pek istemese de teyzesinin kızıyla evlendirildi bir gün. Bu evlilikten iki çocuğu olmuştu. Eşi Almanya"da yaşıyordu. Kendi Türkiye"de. İki çocuk nasıl olmuştu? Eşi, Nuri"den Türkiye"de çocukları sipariş almıştı. Nuri"nin bu emanetlerini gurbet ellerde doğurmuştu. Doğan, büyürdü. Dilek ve Dilara da hızla büyümüşlerdi. Okullara başlamışlardı. Karne günleri oluyordu. Doğum günleri kutlanıyordu. Bir yanları hep eksikti. Mutluluklarını paylaşacak, mutluluklarıyla mutlu olacak babaları yanlarında yoktu. Yoktu. Olmadı. Olamadı.
Nuri, kızlarının biyolojik babasıydı. Ancak nüfus kâğıtlarının baba hanesinde "Nuri" yazmıyordu. Asiye ile de resmi nikâh kıyılmamıştı Nuri"ye. Nikâh kıyılırsa Asiye, Alman hükûmetinden para alamazdı. Ah şu para. Ah şu para Para yüzünden Nuri sanal bir evliliğe mahkûm edilmişti. Nuri"ye bir rol biçilmişti. O, bu rolü kusursuz bir şekilde oynamıştı. Babacılık oynuyordu. Senede birkaç kez de kocacılık. O da Asiye izin alıp Türkiye"ye gelebilirse. Nuri, Asiye"nin mankeniydi. Asiye; yakın çevresine benim de nişanlım var, benim de eşim var, benim de erim var, derdi. Fotoğraflarını gösterirdi arkadaşlarına. En çok da askerdeyken henüz hastalanmadan bahriye kıyafetiyle çektirdiği ablak yüzlü, yiğit endamlı fotoğrafı gösterirdi. Yanında olmasa da kocası, onun varlığı Asiye"yi son derece mutlu ederdi. İki de çocuğu olmuştu. Her ne kadar resmiyette anneleri olmasa da onları o doğurmuştu. O bir anneydi. Parası da vardı. Mutluydu, mesuttu.
Ya Nuri? Bu tarafta Nuri ne hâllerdeydi? Kim düşünür, kim sorardı? Kim yemeğini yapar, bulaşığını yıkardı? Kim üstüne giyeceği kıyafetleri ütülerdi? Kim onu öpüp işe yolardı? İş dönüşü kim kollarına atılırdı?.. Hiç kimse, hiç kimse Hiç kimseler Nuri, Samsun"da eşinin üzerine olan evde tek başına yaşardı. Evinin hem eri hem kadınıydı. Kadınların el becerilerine dayalı işleri, pek çok kadından daha iyi yapardı.
Nuri, eski Yimpaş"ın karşısında kaşık satardı. Başından hiç düşürmediği bordo bir beresi vardı. O Trabzonlu idi. Trabzonspor"u tutardı. Çok severdi. Kemençeyi de çok severdi. Erkan Ocaklı, İsmail Türüt gibi türkücülerin kasetlerini dinlerdi. Horon tepecek dermanı yoktu. Ama olsun. O, hareketli parçaları severdi. O, hareketin bereket getireceğini çok iyi bilirdi. Bunun için hiç durmazdı. Her gün sepetini alır sırtına, yavaş yavaş, sendeleye sendeleye, soluklana soluklana işine giderdi.
Temiz çocuktu Nuri. Sigara içmezdi. İçki, alkol asla hayatına girmemiştir. Oyun kâğıtlarını görmemişti bile. Bordo-mavi fesinin altındaki buğdaysı yüzünde 46 yılın değil de sanki 76 yılın izleri vardı. İri iri gözleri vardı. Kalınca kaşları vardı. Etrafı çevrilmemiş, hafif kirli sakalları vardı. Gülünce -gerçi pek gülmezdi ya- beyaz dişleri ağzından fırlayacak gibi olurdu. Yüzünde Kocadağ gibi asaletli ve heybetli bir şekilde duran bir burnu vardı. Ucu kırmızıydı burnunun. Elleri büyük, parmakları uzundu. Boyu da uzundu. Boyuyla doğru orantılı büyüklükte ayakları vardı. 44 numara giyerdi. Geniş omuzluydu ve tabii ki boynu kalındı.
Not: Nuri"nin yürek burkan hikâyesinin devamı pazartesi günü.