İnsanlarının çoğunun yorgunluktan bitkin düştüğü, gözlerinin ağırlaşarak derin bir uykuya dalmış olduğu bir vakitte, kuşların, böceklerin ve suların dahi uyuduğu bir zaman diliminde, karanlığa bürünmüş şehrin, yüksek bir yerindeki sarayın bir odasından ışık dışarıya yansıyordu. Belli ki orada gözüne uyku tutmayan bir insan vardı. Yakından nazar edildiğinde, başı ellerinin arasında, gözleri yaşlı bir adam. Beynini kemiren sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Dualar ediyor. Yalvarıyordu…
Nasıl olduysa birer mızrak gibi aklına saplanan; -Ben gerçekten babam bildiğim adamın oğlu muyum .? –Cennete gidecek olanları cennetlik kılan sebep nedir? –Ben de cennete gidenlerden olabilecek miyim? Bu suallerin ağırlığı altında ezilen, ülkenin tahtında Sultan olarak oturan bu adam’ı kim ikna edebilecek ti ?
Vakit çoktan gece yarısını geçmişti, Sultan’ın beynini kemiren bu suallerle sabah edebilecek takati da yoktu. Ani bir kararla diz çöküp dua halindeki seccadeden kalktı, Abdestini tazeledi. İki rekât namaz kıldı. Sonra odanın kapısında bekleyen nöbetçiye seslenerek, Vezirini çağırttı. O vezir, Sultanın sadece veziri değil, can yoldaşı, arkadaşı, dert ortağı, bütün müşküllerini paylaştığı biri idi. Vezir gecenin bu vaktinde Sultan’ın bu isteğinden tedirgin oldu, Korktu endişe ye düştü. Alelacele giyinip sultanın huzuruna çıktı. Sultan sanki vezirin geldiğini fark etmemiş gibiydi. Bir müddet sonra vezirine baktı tebessüm ederek, “Hazırlan çıkıp biraz dolaşalım dedi.” Vezir söyleneni hemen anlamıştı. Sultanın kendisi ile özel bir şeyler konuşmak istediğinde hep böyle yapardı. Tebdili kıyafet ederler. Bazen bir molla, bir tüccar kılığında şehri dolaşırlar, halkın arasına karışırlar, bir yandan da dertleşirlerdi.
Ne var ki vezir bu kez yanılıyordu. Sultan onu beklerken kafasındaki sualleri ona açmaktan vaz geçmişti, hiç kimseye anlatmayacaktı. Bunu hiç kimseye açmadan kalbinde taşırsa, cevapların ona bir şekilde geleceğine dair bir ilham vardı. Gecenin karanlığında vezirin elindeki fenerle ara sokaklara dalarak yürümeye başladılar. Tek tük karşılaştıkları insanların hallerini hatırlarını sorarak geziniyorlardı. Meydan daki büyük caminin önünden ilerleyerek mezarlığa uzanan yokuşa geldiklerinde, bir ses dikkatlerini çekti. Biraz daha yaklaşıp baktıklarında mezarlığın tam ortasında tepe gibi bir yerde birilerinin oturduklarını fark ettiler. Bu insanlar kimdi, ne yapıyorlardı. Merakları had safhaya varmıştı. Biraz daha yaklaştıklarında. Birkaç genç’in halka teşkil ederek oturduklarını, ay ışığında ellerindeki kitabı okuduklarını gördüler. Bu arada vezirin elindeki fener de sönmüştü. Usulca bu topluluğa yanaştılar, oturdular gençlerin kitap okumasını bitirmesini beklediler. Oradakiler, yeni gelenlere bakıp bir şeyler söyleyecekti ki, Sultan önce davranıp,-Hayırdır bu saatte burada ne yapıyorsunuz ? dedi. İçlerinden bıyıkları yeni terlemeye başlayanı, -Biz talebeyiz. Derslerimizi ezberliyoruz.- Neden evinizde, medresede değil de buradasınız peki? –Lambamızın yağı bitti, karanlıkta kaldık, Burada ay ışığında okuyabiliriz diye düşündük. Bu cevap üzerine Sultan. Bakışlarını gençlerden kaçırmaya çalışarak vezire işaret etti. Müsaade isteyip kalktılar. İkisinin de içi burkulmuştu. Saraya doğru hızlı adımlarla yürürlerken susmuşlardı. Her ikisi de bu gecenin hikmeti bu olsa gerek diye düşünüyorlardı.
Saraya vardıklarında, Sultan’ın ilk işi gençlerin lambalarına yıllarca yetecek kadar yağ hazırlatmak oldu. Vezir birkaç görevliyle birlikte hazırlanan yağ ve erzakları alarak mezarlığa doğru yola koyulup gözden kayboluncaya kadar Sultan sarayın penceresinden onları seyretti. Gençlerin hali hala aklından çıkmıyor, içi burkuluyordu. Birden bir gariplik ve mahzunluk üstüne çökmüş, Sultan ağlıyordu. Gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarından ve sakallarını ıslatırken, hıçkırıkları artmış sanki içi boşalıvermişti. Günlerdir kafasına mızrak gibi saplanıp böğrünü yakan suallerin bu göz yaşları ile bir nevi yıkandığını his etti. Durulduğunda, Sultan’ın gönlü rahatlamış, ferahlamış, kendinde büyük bir yumuşama hissediyordu. Gidip yatağına uzandı, gözlerine günlerin uyku ağırlığı düştüğünde, yüzüne belli bir şekilde bir tebessüm şekli geldi, derin bir uykuya daldı.
O tatlı uykuda Sultan bir rüya gördü. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) tebessüm ederek kendisine sesleniyordu. “Ey filan oğlu falan, işte o öğrenilen ilim insanların cennete girmelerine vesiledir. İnsanlar da ilim ehline yaptıkları yardım sebebiyle gideceklerdir. O gençlere yaptığın yardım sayesinde sen de cennetliklerdensin.”
Uyandı. Dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Odaya canları mest eden bir koku sarmıştı. Rüyayı hatırlamaya çalıştı. Kâinatın efendisi gecesini şereflendirmiş, mübarek dudaklarından süzülen sözlerle sorularına cevap vermişti. “Ey filan oğlu, falan” derken Sultan’ın babasının ismini söylemiş. Böylece sultan gerçekten babasının kim olduğunu anlamıştı. Bu birinci sorunun cevabıydı. Sonra kimlerin cennetlik olduğunu, en son da kendi durumunun ne olacağını öğrenmişti. Sultana uyku uyutmayan, zihnini tırmalayan üç soru da kandilin ışığında aydınlanıvermişti.
Aynı gün. Her canlının uykuda olduğu o vakitte, Bir tek mezarlıktan, caminin önüne inen yolda, sırtlarında kandil yağı ve Sultan’ın gönderdiği erzak la gülümseyerek yürüyen birkaç genç uyanıktı. . .