İlkokula başlarken, tek isteğim, okumayı öğrenmekti. Yok. Öyle büyük bir ideal değil. Tabelaları okumak… Fırın, berber, ne bileyim işte taksi durağı… Bunu istemiştim. Bunlar hayatımla birebir eşleşen kelimelerdi; öğrenmeliydim… Sokağımın adını, kapı numaramı…
O yüzden, koşarak gittim okula ben. Sonra? Sonra hani, 1, 2, 3, 4 diye sayarken, gizli gizli bakarken parmaklarıma, rakamları öğrendim. Sonra? Sonra ikiyle ikiyi çarptık. Bunu niye yaptık ki? Oysa o, masum bir ikiydi. Ha kezâ, toplasak da sonuç aynıydı. Biz bunu niye yaptık?
Neredeyse yarım asır sonra itiraf ediyorum, ben bunları o zaman da anlamamıştım. Yemin ederim. Sınıfta, bir tencere su kaynatıp, kapağından süzülen suyu, “işte yağmur böyle yağar” dediklerinde de anlamamıştım. Yağmurdur, yağar işte… Pamuğa koyduğum kuru fasulye tanesinin filizlenmesini de anlamamıştım. O filizlenen fasulyeden yemek olmazdı… Binlerce fasulye tanesi olmalıydı ve tonlarca pamuk. Oysa toprakta bitiyordu işte… Bunu öğretmenime de demiştim. İçim kavlanmıştı. Çocuk aklımla demiştim ki, pamukta da yetişebilir fasulye… Evde bana gülmüşlerdi -ki öğretmenim de gülmüştü bana-. O halde, niye koymuştuk onları pamuklar içine?
İlkokul bir hâriç, affedersiniz, anam ağladı benim. Elbet benden kaynaklıyor bu. Zira beyin, o yaşta da aynı, bu yaşta da.
Yani ne güzel insandım işte. Yok, maymundan geldin de, yok Âdemden geldin… Eve gidip, hatta sokağımdakilerde dâhil, tek tek bakmıştım. Ne maymundular, ne Âdem. Öyle yaşıyordular işte. Gaziler Meydanı’ndaki Reşit Amca’nın fırınından ekmek alıyorlardı. Hepsi buydu.
Dillendirmedim. Ne derlerse öğrendim. Misâl, Türk ve doğru olduğumu, o okul bahçesinde binlerce kez tekrar ettim. İtiraf edeyim, yeminle, aslında hiç bir şey anlamadım. Adım belliydi. Ufuk… O öğrendiğim şey sâdece daha çok ayakta kalmama, minik dizlerimin yorulmasına yarıyordu. Ne hevesliydiler… Koşmaya meyyâl çağımda, sıraya girip yürümeyi, sınıfa girmeyi, sağa sola dönmemeyi, hatta bazen sağa sola dönmeyi… Ne çok şey öğrenmişim, değil mi?
En sessiz berbatlığım tarihti. Çiğ et yiyen ve benimle yaşıt birini öğretmişlerdi, şimdi o kimdi, bunu bilmem. Bir çocuk da –sırf ad edinsin, isim bulsun diye- bir boğaya yumruk atmıştı. Ben, bunu da öğrendim. Sormanın yararı yoktu, bunu da öğrenmiştim, sormadım. Sadece öğrendim. İkinin ikiyle niye çarpıldığını anlayamayan biri olarak, zaten bu sorular bana fazlaydı.
İlle de tarih. Fâtih kahramandı. Vahdettin hain. Oysa torunu işte Fâtih’in. Biriyle övünürken, birini diri diri yemek öğretiliyordu. Alparslan kimdi peki? İlhanlılar neredeydi? Hiç mi çocukları kalmamıştı geriye? Karamanlar? Onlar da mı tümden tükendiydi? Selçuklular, onların da hiç çoluk çocuğu olmadı, nüfus planlaması mı yapmıştılar? Biz, tarih kitabının sayfasını çevirince, buharlaşıyorlar mıydı?
İlle de tarih. Zaten hep mutabıkız, iki dediğin ikidir. Ve üç kenarlıdır üçgen. Çember? İçi boşsa çember, içi doluysa daire, artık her ne demekse? İlle de tarih. Çin Seddi misâl, bizim yüzümüzden. O kadar mütecavizmişiz ki korkmuş adamlar. İlkokul duvarlarında ne kadar ata varsa, çekik gözlü. Çinliler de öyle. Bizimle tanıştıktan sonra mı kurdular o seddi? Yoksa biz, onlara çekik gözler mi hediye ettik. Pes… Milyarlarcalar; yorulmuş olmalı çiğ et yiyen, boğa tokatlayan atalar…
Ecdat bildiklerim nerede? O, kurulmuş da yıkılmış, sonra tekrar kurulmuş adamlar nerede? Hiç mi soyları kalmamış? Kurumuşlar mı?
Beşikte boğulduğunu öğrendiğimde bir bebeğin, ben de aşağı yukarı bebek sayılırdım. Soru sormadan öğrenmeyi öğrenmiştim, sormadım.
Aklım karışıksa -ki karışık- işte bu târih denen illet yüzündendir. Soyundur denilenler de “târih” olmuş; insanın bir kişisi bile kalmaz mı? Batasıca dünya tarihi de aynı. Yok, o şuna bunu yapmış da şu şuna şunu… Öyle başlamış savaşlar hani. Unuttum şimdi, bir Sırp, birini vurmuştu da hani, dünya karışmıştı… Yalan! Yani eğer doğruya, pes zâten. Bir adam, bir adamı vurdu diye dünya mı karışır? Her gün üçüncü sayfasında gazetelerin, bir sürü ölüm, kalım… Dünya mı karışıyor peki?