TASAVVUFÎ ŞİİR

Ahmet ŞAHİN

Bilindiği gibi Tasavvuf’un gayesi; insanı, hâkim-i mutlak olan Allah’ü Teâla’ya  (Azze ve Celle) ulaştırmak ve O’nun emsalsiz hakîkatini Şerîat’in va’zettiği hükümler çerçevesinde ve bu hükümlerden kıl kadar dahi sapmadan bu yolun tâlibini edebe uygun seyr-ü sülükle zâhîr’en ve bâtı’nen hâllerin son makamına eriştirmektir. 

 

“Husûsî eriş” hedefi ile kendini kayıtlayan tasavvuf; insanın kendisini, Rabbi’ni (Celle Celâlühü) bilmesi, bildirmesi yahûd idrâk ettirmesi bakımından nefsin tezkiye ve terbiye vâzifesini yerine getiren en mükemmel gönül mektebidir.  Allah (Celle Celalühü) aşkı ve muhabbetini esâs alan bu en şerefli velâyet yolu; Ashâb-ı Kirâm’a, Ehli Beyt’e, Hazreti Ebubekir’e (Radıyallahu Anh) ve oradan Efendimiz’e (Sellallahü Aleyhi Vesellem) kadar uzanmaktadır. Bu şerefli zincirin en baş halkasında ise; şâirimiz Ahmed Fâkih’in (Kaddesallâhü Sırrehû)  de belirttiği gibi şüphesiz şehirlerin başşehri Medine’nin ve bu şehrin nûrlu kucağındaki Efendimiz (Sellallahü Aleyhi Vesellem) bulunmaktadır:

 

“Medine şehri de bir ulu şardur

Ne kim ister olursan anda vardır”

 

“Çu biz dahi Resûlullâh’ı gördük

Kara yüzümüzü türbeye sürdük”(1)

 

Elbette bu mübârek şehir,  Efendimiz (Sallalallahü Aleyhi Vesellem) sayesinde mânâ kazanmış ve O’nun yüzü- suyu hürmetine ululanmıştır. Şâirimiz’e göre, bu kutlu beldede  her kim ne istemişse maksûduna ermiştir. Resûlullah (Selllallahü Aleyhi Vesellem) bir Hadîs-i Şerîflerinde: “Kim benim kabrimi ziyaret ederse şefaatim ona vacib olur.”  Yine başka bir Hadîs-i Şerîflerinde de: “Kim vefatımdan sonra beni (kabrimi) ziyaret ederse hayatımda ziyaret etmiş gibi olur.” Buyurmuşlardır. Şâirimiz son beyitte: “biz dahi Resûlullâh’ı gördük, yüzümüzü türbeye sürdük“ ifâdelerinde  sevinç ve övüncünü, bu ziyaretten duyduğu mutluluğunu bilhassa belirtmiştir.

 

 

 

 

Başka bir şâirimiz Şeyyâd Hamza’nın (Kaddesallâhü Sırrehû):

 

 

“Senün ışkun kamu derde devâdur yâ Resûla’llah

Senün katunda hâcetler revâdur yâ Resûla’llah”(2)

 

beytinde, Efendimiz’e (Sellallahü Aleyhi Vesellem) olan aşk, sevgi, bağlılık hasreti samimî ifâdelerle dile getirilmiştir.

 

Şâirimiz Nâbî’de (Kaddesallâhü Sırrehû)  meşhûr Na’t-ı Şerîf’indeki:

 

“Sakın Terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu

Nazar-gâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ’dır bu”

 

“Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha

Metaf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu”(3)

 

beyitlerinde; Efendimiz’in (Sellallahü Aleyhi Vesellem) bulunduğu yüce makamlarına karşı gösterilmesi gereken  edep ve edebe  riâyet  husûsu çok güzel bir şekilde  ifâde edilmiştir. 

 

Efendimiz’den (Sellallahü Aleyhi Vesellem) feyiz ve bereket nûrunu alan bu Tasavvuf Sarayı’nın Hacegân halkalarının pîrleri; bütün insanlığa hizmet gayesi ile teşekkül ettirilmiş madde ve mânâ âleminin en şerefli meclisleri olarak irşâd vâzifesini yerine getirmektedirler.

 

Bu yolun büyükleri, hizmette irşâd usûlü olarak sohbet geleneğini başlatmışlar ve bu sohbetler içerisine derc ettikleri mevzû ile alâkalı güldestelerden seçtikleri şiirlerle ifâde-i merâmlarını izhar etmeyi esâs almışlardır. Biz bu makalemizde bu meyânda bazı şiirlerden misâller vereceğiz.        

           

Şiir dili ile Tasavvuf’un ne olup ne olmadığını Hazreti Ömer Rûşenî’den (Kaddesallâhü Sırrehû)  dinleyelim:

 

“Tasavvuf terk-i dâvâdır demişler”

Dahî kitmân-i ma’nâdır demişler”

 

“Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır

Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır”(4)

 

Sırlar içerisindeki yolculuğa işâret edilen bu beyitlerde: “Allah’ın (Azze ve Celle) varlığından başka  her şeyi terk etmek; o’nun derin sırlarına ermek, mâlik olmak ve bu sırları saklamak; bu yolculukta hakîki sevgiliye kavuşmak fakat asla sapkınlığa düşmemek; Alah’ın (Celle Celâlühü) cemâli’yle müşerref olmak; dikenlerle çevrili verâda  âdetâ dikensiz gül bahçesinde rikkatle yürümek, şirke düşmemek; o’nda “fenâfillah”a ermek” şeklinde hulâsa edilebilecek mutasavvîfe tâifesinin yol güzergâhı gösterilmiştir.

 

            Şâir’in:

 

“Mâsivadan el çekip mahlûktan ümit kes

Virdin olsun her nefes: “Allah bes bâki heves”(5)

                                                                    Lâederî

 

beytinde, müridin Allah’dan (Azze ve Celle) başka her şeyden el çekip ümit kesmesinin ve ebedî olan Allah’ı (Celle Celâlühü) tesbih (vird çekilerek) ile nefes tüketerek  vakit geçirilmesinin husûsiyetine işâret edilmiştir.

 

Aşağı yukarı aynı şeyleri ifâde eden  başka bir Şâir’in:

           

“Ehl-i tevhîd olmak istersen sivâya meyli kes

Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves”(6)

 

beytinde,  Müslüman’ın dünya ile alâkasını kesmesi, adına yaraşır şekilde daima gözü açık ve uyanık olması; Allah’dan (Celle Celalühü) başka istek ve arzuya kapılmaması, O’ndan gafil bulunmaması  lüzûmu üzerinde durulmuştur.

           

Veliler Serdarı Şeyh-Es-Seyyîd-Şerîf Abdülkadir Geylânî ((Kaddesallâhü Sırrehû) Hazretleri’nin Türbesi’nde okunmak üzere yazılan “Manzûme-i  Selâmiyye”de:

 

“Es-selâm ey pîr-i tarîkat es-selâm

Es-selâm seyyîd-i sâdât-ı ümmet es-selâm”(7)

 

diye başlayan  duâ niyetli şiirde, Veliler Serdârı Gavsü’l Azâm Abdülkadirî Geylâni’ye (Kaddesallâhü Sırrehû), O’nun Tarîkat’ına ve bütün Ümmet’in “Seyyîd” ve “Sâdât”larına “Es-selâm…” (selâm olsun…) şeklinde  ifâdelere yer verilmiştir.

 

Yine Tarîkat medhiyesine yer verilen:

 

“Fâriğız nakş-ı sivâdan Nakşbendîleriz

Tâibiz çün ü çerâdan Nakşbendîleriz”(8)

           

beytinde “Nakşi Bendî Târikatı” bağlıları: ”Mürşîd tevbesi almış ve dünyanın her türlü beşerî süsünden arınmış ve vaz geçmiş” tarîkat mensupları olarak tevsîk edilmiştir.

           

İslâmî Türk Edebiyatı’nın ilk mahsûllerinden olan Balasagunlu  Yusuf Has Hacib’in (Kaddesallâhü Sırrehû) yazdığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Veren Bilgi) adlı kitabındaki:

 

“ Kara yel ile mâvî göğu, güneş ile ayı, gece ile gündüzü, zaman ile zamâneyi ve mahlûkları o yarattı.”(9)

“İstedi ve bütün varlıkları yarattı;  bir kere:-“ol!”- dedi, bütün diledikleri oldu.”(10)

 

beyitlerinde; bütün kâinâtın yüce Allah’ın (Azze ve Celle) yaratma kudreti ile bir anda halk edilişi anlatılmıştır.

 

“Bu dünyanın her tarafı zevkle doludur; onu bırak, öteki dünyaya bak.”(11)

“Dilini tut, boğazına hâkim ol, çok uyuma, gözünü yum, kulağını tıka ve böylece huzûr içinde yaşa.”(12)

 

beyitlerinde de; bu dünyanın zevklerine aldanılmaması ve ahiret’in ebedîliğine bakılması; insanın huzûr içerisinde yaşaması için kendisine her bakımdan  dikkat etmesinin önemine bir nâsihat olarak dikkat çekilmiştir. 

 

            Yine  Edib Ahmed Yüneki’nin bir vaiz ve ahlâk kitabı olan “Atabet’ül Hakayık”  (Hakikatlerin Eşiği) adlı kitabında, bilginin insanı mutluluğa ulaştırıcı bir vasıta olduğuna yer verilmiştir:

 

“Bilgiden sözüme temel atarım

Ey dost, bilgiye yaklaşmaya çalış.

Mutluluk yolu bilgi ile bulunur

Bilgi edin, mutluluk yolunu bul.”(13)

           

Unutulmamalıdır ki; bu bilgi kuru aklın dar hudutları içerisine hapsolunmamalıdır. Kur’ân, Hadis ve Sünnet merkezli İslâmî bilgi ile donanımlı bir bilgi, faydalı ve “fazîlet”li bilgidir.

 

            İlk Türk Mutasavvıfı Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri (Kaddesallâhü Sırrehû),  “Dîvân-ı Hikmet”  adlı kitabındaki:

 

“Hû halkası kuruldu, ey dervişler geliniz;

Hak sofrası yayıldı, ondan nasip alınız.”(14)

 

beytinde, dervişânlar “Hû halkası”na, “Hak Sofrası”ndan nasip almaya dâ’vet edilmişlerdir.

           

“Hak kulları dervişler hakikati bilmişler;

Hakk’a âşık olanlar Hak yoluna girmişler”(15)

 

Beytinde ise; Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri’ne (Kaddesallâhü Sırrehû) göre; “hakîkati bilen dervişler, Hakk’a âşık olup Hak yoluna girmiş” olanlardır.

 

              Hazreti Mevlâna (Kaddesallâhü Sırrehû) Mesnevî’sindeki:

 

“Aklı kurbân eyle râh-ı yârda

Akla ondandır meded her kârda”(16)

 

beyt’inde, aklın geçmediği yere işaret edilmiştir. İnsanın aklını Allah (Celle Celâlühü) yolunda kurban etmesi, yalnız O’na sığınması ve yalnız O’ndan yardım beklemesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur.

                                                    

 Yine Hazreti Mevlânâ (Kaddesallâhü Sırrehû) bir Rübai’sinde:

 

“Ben senin aşkındayım; nasîhat, pend ne fâide?

Zehirli su içmişim, bana kand (şeker) ne fâide?

Diyorlar benim için-Ayağını bağlayın-,

Dîvâne gönüldür, ayağıma bend ne fâide?”(17)

           

Bu Rübâi’de; Allah’ın (Celle Celâlühü) aşkıyla yanıp tutuşan bir insana başka nasîhat gerekmeyeceği; çünkü zehirli su içmiş birisine şekerin fayda vermemesi gibi kalbi Allah (Azze ve Celle) aşkı ve muhabbeti ile divâneye dönmüş bir gönüle de hiçbir şeyin mâni olamayacağı gayet açık bir şekilde dile getirilmiştir.  

 

            Benzer şekilde Hazreti Sultan Veled’in (Kaddesallâhü Sırrehû):

           

“Şerbetinin katresin her kim içer cur’asın

Gönlü gevher oluben sînesi umman olur”(18)

           

beytinde, ilâhî aşk şerbetinden bir damla (yudum) içenin gönlünün sonsuz cevherlere gark olacağı, bağrınınsa  ezelî ve ebedî gizli sırlarla dolacağı belirtilmiştir.

 

Aynı güzellikte Muhyiddin Râif Bey’in:

 

“Katrasında eşkimin deryâ’yı âteş-zâ yatar

Zerresinde mihrimin hûrşîd-i evc-ârâ yatar”(19)

 

beytinde, Allah (Celle Celâlühü) aşkının ateşinin damlasından deryâların tutuşup yandığına, güneşinin içinden  de yeni güneşlerinin zuhûr ettiğine işâret edilmiştir.

 

            Aynı şekilde Hazreti Yunus Emre’nin (Kaddesallâhü Sırrehû):

 

“Âşık-û mest-ü harâb etti bizi cânânemiz

Âlem içinde bu gün hoş söylenür efsânemiz”(20)

 

beyitinde;  Hallâc-ı Mansûr (Kaddesallâhü Sırrehû)  misâlinde olduğu gibi, âşıkın-mâşuk karşısında gönlünün, Allah (Azze ve Celle) aşkının cezbesinden harâbeye döndürülüşü ve âkıbetinin belkide Mansûr gibi olabileceğine dikkat çekilmiş; bu sebeple de dünyada varlığından “hoş bir efsâne” olarak bahsediliş ihtimâli üzerinde  durulmuştur. Bilindiği üzre Hallâc-ı Mansûr, cezbe hâlinde iken sarf ettiği bir kelâm sebebiyle Şerîat’in zâhirî hükmüne göre idâm  cezâsı ile cezâlandırılmıştır.

 

“Dürlü dürlü cefânın adını aşk komuşlar

Bu cefâya katlanan dosta halvet irmişler”(21)

 

Hazreti Yunus’a (Kaddesallâhü Sırrehû) göre; bu yol, türlü türlü “cefâ”lara  katlanma yoludur.  Bu çile “halvet”ine girenlerin  “gönül yârda, el kârda; halk içinde  Hakk’la berâber”  oldukları takdirde  ancak o zaman istedikleri maksûda ulaşabileceklerine işâret edilmiştir.

 

İstediğini kendi içindeki “benlik”de açıkça  ve gizli sırlar içinde bulduğunu söyleyen Yunus’un:

                        

“İstediğimi buldum âş(i)kâre cân içinde

Taşra isteyen kendin kendi pinhân içinde”(22)

                                                   

 ifâdelerinde, kalb gözü açılışlarına ve türlü sırlara vâkıf olunuşlara  dikkat çekilmiştir.

 

Kısacası yukarıdaki beyitlerde; bu çileli ve mübârek aşk yolcuğunun bir takım güzelliklerine,  sıkıntılarına, tehlikelerine ve müşküllerine dikkat çekilmiştir.  Esâsen her mutasavvıf, ne istediğini ve neye talip olduğunu ve  bu yolun dar geçitli inceliklerini, edeplerini bilmek mecburiyetindedir.

           

 

Hazreti Abdurrahman Molla Câmî’nin (Kaddesallâhü Sırrehû):

 

“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin

Canlarda ve tenlerde nihan hep sen imişsin

Âlemde nişan isteriydim ben sana senden

Bildim ki dü-âlemde nişan hep sen imişsin”(23)

 

Dörtlükte; rûhlarda ve bedenlerde  görünen, görünmeyen bütün varlıkların kül hâlinde Yüce Allah’ın (Celle Celalühü) kudretinin bir tecellisi, gizli açık her ne varsa O’nun varlığının delilleri olduğu, belirti, iz aramanın gerekmediği, zira iki cihânda var olan her şeyin  sonsuz kudret sahibinin birer nişânesinden ibaret bulunduğu belirtilmiştir.

           

Hazreti Mehmed Muhyiddin Üftâde (Kaddesallâhü Sırrehû):

 

“Gel berü ey gönlümün şehrini bünyâd eyleyen

On sekiz bin âlemi emrine münkâd eyleyen”(24)

 

beytinde, kendi gönül şehrini kuranın, (-ki gönül(kalb) Rahman’ın (Azze ve Celle) sığdığı evidir. “On sekiz bin âlemi” emrine boyun eğdirenin, zamandan ve mekândan münezzeh olan  Allahü Teâlâ’nın hiçbir varlıkla kıyas kabul edilmez (Celle Celalühü) büyüklüğüne işaret edilmiştir.

           

Hazreti Azîz Mahmud Hüdâî (Kaddesallâhü Sırrehû)

 

“Varımı ben Hakk’a verdim gayr-ı varım kalmadı

Cümlesinden el çekip pes dû cihanım kalmadı”(25)

 

beytinde, cismânî varlıkdan arınılarak iki cihânda her şeyin  Hakk’a verildiği, “varlık”  ile  “yokluk”un da Hakk’da tecelli ettiği belirtilmiştir.

 

           

Hazreti Fâtih Sultân Mehmed Hân  (Avnî-(Kaddesallâhü Sırrehû):

 

“Hüsn ile cânânlar içre cân-ı cânândur Üveys

Şerbet-i lâ’liyle dil derdûne dermândur Üveys”(26)

 

beytinde; Mürşidi Akşemseddîn Hazretleri’ne (Kaddesallâhü Sırrehû) hitaben: “Güzel sûretin ile canlar içinde cân-ı cânân da olan sen, dertli gönlüme, dudağından şifâ şerbeti akıtansın…” Şeklinde izâh edilebilecek  zenginlikteki mükemmel ifâdelere yer verilmiştir. Buradaki “Üveys” kelimesi Veyse’l Karânî Hazretleri’ni (Kaddesallâhü Sırrehû) hatırlatmaktadır. Fâtih Hocası Akşemseddîn Hazretleri’ne (Kaddesallâhü Sırrehû) böyle bir sıfat atfederek, mürşidinin velilerin büyüklerinden bir kutup olduğunu da belirtmiş olmaktadır. O, yanında iken dahi hocasına karşı muhabbetini ve mânevî hâsretini bu kelime ile izhâr etmiştir. Üveys nâmı ile bilinen Allah (Azze ve Celle) dostları, aynı zamanda Hazreti Peygamber Efendimiz’in (Sellallahü Aleyhi Vesellem) mânevî  terbiyesi ile irşâd olmuş olanlardır.

 

            Hazreti Kanunî Sultân Süleyman (Muhibbî-(Kaddesallâhü Sırrehû):

 

“Dest-i kudretle yoğ iken âlemi var eyledün

Kimini Müslim kılıp kimini küffâr eyledün”(27)

 

beytinde, şâir Allahü Teâla’ya (Celle Celalühü) hitaben: “Kudret eliyle kâinâtı yoktan halk eylediğini, kimini mü’min kıldığını, kimini de müşrik (inkârcı) eylediğini” belirtmiştir.

 

            Taşlıcalı Yahya’nın:

           

“Dahî yoğ iken bu zemin ü zamân

Hazreti Hak var idi ancak hemân”(28)

 

beytinde, Allah’ın (Azze ve Celle) “ezel”liği ve “ebedî”liliği tebârüz ettirilmiştir.

 

Makalemizi, “Cihân iki hükümdâra dar gelir” diyen Yavuz Sultân Selim Hân Hazretleri’nin (Kaddesallâhü Sırrehû) bin bir mânâ yüklü ciltler dolusu kitaplar yazılası bir beyti ile bitirelim:

 

“Padişâh-ı âlem olmak bir kuru davâ imiş

Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş”(29)

 

beytinde; dünya sultânlığına karşı bir mürşîd-i kâmile mürîd olmanın ne büyük bir nimet olduğu Cihân Sultânı’na yakışan bir gönül dili ile ne kadar güzel ifâde edilmiştir.

 


DİP NOTLAR

 

(1)   Prof.Dr.Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı,   Millî    Eğitim Bakanlığı Yayınları,  İstanbul-1998,

        s.143; Ahmed  Fâkih  (KİTÂBU EVSÂFİ MESÂCİDİ’Ş-ŞERÎFE’DEN)

(2)   Prof.Dr.Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı,  Millî  Eğitim Bakanlığı Yayınları,  İstanbul-1998,

       s.164  Şeyyâd    Hamza (MEDH-İ  RESUL/II)

(3)   İskender Pala, Divân Edebiyatı; Ötüken Yayınevi,  İstanbul-  1997; s.112

(4)   Prof.Dr.Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı,   Millî  Eğitim Bakanlığı Yayınları,  İstanbul-1998, s.56

(5)   Prof Dr.Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri sözlüğü,  Genişletilmiş ikinci basım, Kabalcı yayınevi İstanbul-

       2005;  s.237

(6)   Prof Dr.Süleyman Uludağ, Ag.e.s.165

(7)   Prof Dr.Süleyman Uludağ,  A.g.e.s.312                           

(8)  Prof.Dr.Süleyman Uludağ, A.g.e. s.131

(9)  Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig II; Çeviri: Prof.Dr.Reşid  Rahmeti Arat; 3. Baskı Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih

      Yüksek  urumu Türk Tarih  Kurumu  Yayınları II. Dizi-Sa. 2ob Türk  Tarih Kurumu Basımevi-Ankara 1985; s.12 

     (D I./3)

([1]0)  Prof.Dr.Reşid Rahmeti Arat (Çeviri), a.g.e.s.12 (D I./4)

([1]1)  Prof.Dr.Reşid Rahmeti Arat (Çeviri), a.g.e.s.476 (E.III/6642)

(12) Prof.Dr.Reşid Rahmeti Arat (Çeviri), a.g.e.s.477 (E.III./6643)

(13) Prof.Dr.Abdülkadir Karahan, Türk Kültürü ve Edebiyatı,  Millî  Eğitim Bakanlığı Yayınları,  İstanbul-1998, s.42/

       I (VI)

(14)  Prof.Dr.Kemal Eraslan, Ahmed-i Yesevî ve Dîvân-ı  Hikmet’ten Seçmeler; Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları,  

       Birinci Baskı, Başbakanlık Basımevi Ankara-1983; s.337  (HİKMET LXVI/1)

(15)  Prof.Dr.Kemal Eraslan; A.g.e. s.341( HİKMET LXVIII/1)

(16)  Prof.Dr.Cihan Okuyucu, Mesnevî’den hikmet ve Hikâyelerle  Mevlânâ Konuşuyor Bilge Yayınları:104; İstanbul-

       2006;  s.89 (CEVHER BEYİTLER-IV/27 (4/1445)

(17)  Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Tam Metin;  Mütercim Süleyman Nahîfî; Sadeleştiren: Prof.Dr.Amil

       Çelebioğlu,Proje Danışmanı: Prof. Dr.Nihat Öztoprak;  Timaş Yayınları 1.nci baskı, İstanbul-2007  s.24

(18)   Prof.Dr.Süleyman Uludağ, A.g.e. s. 91

(19)   Prof.Dr.Mehmed Çavuşoğlu, Divanlar Arasında; Kitabevi   yayınları, İstanbul-2003; (Tasavvuf) s.115

(20)   Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü; Türk Edebiyatında İlk  Mutasavvıflar;Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:118, İlmî

        Eserler:11 (7.Baskı)  Ankara-1991; s.315

(21)  Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü; A.g.e. s. 315

(22)  Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü; A.g.e. s. 317

(23)  Prof.Dr.Abdülkadir Karahan, A.g.e.s.224

(24)  Dr.Mustafa Bahadıroğlu(Hazırlayan), Üftâde divanı   Mehmed Muhyiddin Üftâde (Kaddesallahu Sırrahû);

        SEMERKAND:175,  Allah Dostları Serisi: 3, İstanbul-2011,  s.120/(Gel Berü III)

(25)   Prof Dr.Süleyman Uludağ, A.g.e. s. 23

(26)   Sâmiha Ayverdi, Edebî ve Mânevî Dünyâsı içinde   FÂTİH,İstanbul Fetih Cemiyeti Enstitüsü Neşriyatı:19,

        Baha  Matbaası İstanbul-1974; s.282 (SANATKÂR FÂTİH  VE  ŞİİRLERİNDEN ŞAHSİYETİNE VARIŞ)

(27)   İskender Pala, Muhteşem Şair Muhibbî; Kapı Yayınları,  1.nci basım İstanbul-2011; s.8

(28)   İskender Pala, Divân Edebiyatı; Ötüken Yayınevi, İstanbul - 1997; s.47

(29)   Prof Dr.Süleyman Uludağ,  A.g.e. s.72

 

 

 

 

 

TEFEKKÜR

 

Öyle hayat yaşa ki, aman Namaz’sız ölme

Son nefesinde gül ki, hem  İmân’sız gömülme

 

                                              Ahmet Şahin

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.