Geçen yazının olduğu sayfadan geçerken gözü takılanlar televizyon ve normalleşmeden sonra bir de bu yazıyla neredeyse televizyonu hayatımızın sürücü koltuğuna mı oturtmaya çalışıyorsun eleştirisini yöneltmesinler diyerek onun zaten misafir odasının baş konuğu olmaya başlamasından ve bütün köyü başına toplamasından beri hayatımızın epey içerilerinde olduğunu hatırlatarak uzun bir cümleyle girmek isterim hatıralı bir yazı olan bu yazıya.
Birkaç on yıldır hayatımızın parçası olan bu aletle ilgili anıları olmayan hemen hemen yoktur sanırım.
Başlarda kendisi de bir anı olan televizyon, aküyle çalıştırılmasıyla, bozulduğunda tamir edecek kimsenin bulunamayışıyla, tek tük evlerde olduğu ve akşamları toplanıldığı zamanlarda içindekileri seyretmek kadar neredeyse aletin kendisine bakmak da bir o kadar ilgi çekiciymiş.
Otuzlu yaşlarını süren biri olarak 80'li yılları çocuk olarak geçirdiğim düşünülürse TV'nin hayatımda bıraktığı izlerin neredeyse çocukluk anılarımla yarışabileceğini söyleyebilirim. 80'lerin başı TV'nin hükümetin devrildiğinin ilk duyulduğu yerlerden biriydi. Belki de bu sebeple insanlar hala ondan gelecek haberlerin hayatlarına vereceği yönü tedirgin bir şekilde beklemektedir bazen.
O günlerden sonra Dallas'a dönen hayatlarla geçmeye başladı zaman. Yani ilk kez o zamanlar dizilerin saatine göre ayarlanmaya başladı misafirlik saatlari. Ve belki de ilk kez o zamanlar insanlar birbirlerini dizi karakterlerine benzetmeye başladı. (Ceyar gibi adam! Sue Elın gibi kadın vb.)
Nedense gerçekten de hayatımızdaki Ceyarların sayısı da yükselmeye başladı o dönemde. Ceyar; öyle "nasılsın hemşerim, iki lafın belini kıralım diye geldim hadi bi çay söyle de içelim" denecek bir adam değildi. Bir kere çay içmeyi pek sevmezdi. Sonra çay içiyor olsa bile size ısmarlamaktan çok, sizin ona ısmarlamanızı bekleyen bir adamdı Ceyar.
Hayatlarımıza giren Erovizyon'la (Eurovision) birlikte ülke olarak bir şarkıcıyı desteklemenin ne olduğunu öğrendiğimiz zamanlardı gece uykusuz kalmak pahasına televizyon seyretmeye ilk başlamalarımız.
Ceyar'ın ailesinin bize uymamasından kaynaklı belki de birazcık kuruntulu günlerimizin neşe kaynağı ve bekleneni olmuştu "Kuruntu Ailesi".
Gazanfer Özcan ve dostlarıyla beraber şimdi sit-com (situation comedy-durum komedisi) denilen türe alışıp gidemediğimiz tiyatroların acısını çıkarmaya çalıştık hep birlikte.
Pazar günlerimize yılmadan sanatı sokmaya çalışan Hikmet Şimşek'i genellikle pek anlamadan Western filmleri seyredip ailece kahvaltı etmelerimiz çocukluğumun iz bırakan zamanlarındandı.
TRT2 ile beraber "Ziyaretçiler" artık televizyondan konuk olmaya başlamışlardı hayatımıza. Yeme içme alışkanlıkları biraz iğrendirici olsa da genel konukseverliğimizi onlardan da esirgemedik. İnsana benzeyen derileri kalktığında gerçek yeşil renkleri çıkan, çatal dilli bu dostlarımız bize dilimizin gittikçe çatallaştığını anlatıyordu belki de ama biz anlayamadık.
Anlayamamamız nolmaldi belki de. Çünkü "Voltran" gibi biraraya gelip, birbirimize sahip çıkmaya çalışan mahalle çocuklarıydık hepimiz.
İlk özel televizyonla beraber yıldızlı kapılarını sonuna kadar açan bu kutunun en eğlenceli zamanlarımızın sorumlusu olmaya başlamasıyla biraz daha azalmıştı belki de beklenen tedirgin edici haberler ve fakat gelmeye devam ederek.
Haberler daha çok gelmeye başladıkça başkalarının acılarını daha çok duymaya başladıkça biz, belki o kadar duyduk ki duymaz olduk sonunda. Kulak zarının nasır tutmadığını iddia etmelerine rağmen acımamasından anladık biz artık nasırlı kulaklarımız olduğunu. Sebebi belli olmayan acılar ve gözyaşları yıldırdı bizi. Çünkü sebepler, çözümleri getirirdi ve belki de umut doğardı eğer televizyon sahipleri gözyaşının reyting (oranlama) getirdiğini bilmeseydi.
Güzellik yarışmalarıyla güzel kadının neye benzediğinin kafalarımıza iyice dank etmesi için uğraşıldığı yıllardı peş peşe birçok kanalın açıldığı zamanlar.
Zamanla birbirine benzeyen bir sürü kanalımız, sonra kendine göre hava tahmini vererek yağacak yağmuru durdurmaya çalışan kanallarımız oldu.
Şimdi çocuklarımız, neleri anlatacak benim yaşıma geldiklerinde kanaldan kanala zapping yapan babalarına nispet yaparcasına, dalgaların riskini göze almayıp, derileri tuzla ve güneşle buluşmadan siteden siteye surf (sörf) yapanlar nasıl anılar biriktiriyorlar?
Playstation (oyun istasyonu) oyunlarının hangi sene çıktığını mı anlatacaklar? Ya da bütün bunlardan bıkıp yeniden arkadaşlarıyla oynamaya başlayacak, sokaklar isteyecekler bizlerden ve kızacaklar yolları arabalara bıraktığımız için bizlere ve fark etmedikleri için kendilerine.
Ve bizler de öldürmek istediğimiz zamanlarda oynadığımız okeyi, internet (uluslararası ağ) yerine taşları vura vura oynayacağız. Çünkü bizler gelişmeye karşı olmayan ama her değişimin gelişme olmadığını bilen insanlarız.